6 Kasım 2020 Cuma
Piyonların Ardındaki Duygular
Hiç duygularınızı alıp mikroskopla yakından incelediniz mi? İçinizi dolduran öfkeye kulağınızı yaslayıp ne söylemek istediğini dinlediniz mi? Hayal kırıklarınız teninize batıp canınızı yaktığında o parçalara dikkatle baktınız mı? Bazen bir bilim insanı gibi merakla yakından incelemek lazım duyguları. Bir sanatçı gibi farklı açılardan bakmalı, bir mimar gibi yeniden çizmeliyiz bazı kısımlarını. Duygularımızı anne misali şefkatle kucaklamalı, iyi-kötü diye ayırmadan hepsine kulak vermeliyiz. Kim bilir, belki bize daha önce fark etmediğimiz ya da duymayı tercih etmediğimiz birtakım söylecekleri vardır.
Bazen kendimizi bir savaşçı gibi hissederiz: Olumsuz duygularla kıyasıya savaşıp yerine olumluları enjekte etmeye çabalarız. Belki de bu savaş bir tür içe gömüştür. Onları düşman gibi görmek yerine ateşkes yapsak, oturup bir konuşsak? "Selam kara öfke, neden bugün buradasın? Bana ne söylemek istiyorsun?" Öfke, kimi zaman daha derin duyguları saklamak için bir tür kılıf görevi görüyor. Kendisi, daha değerli addettiğimiz duyguların önüne konulan bir piyon gibi. Peki ya o piyonları çekersek? Nasıl bir manzarayla karşılaşırız?
Piyoların arkasına gizlediğimiz ne gibi duygularla karşılaşırız? Suçluluk, utanç, hüzün, korku, pişmanlık... Bazen farkında bile olmayız onların. Halbuki kendilerini düşüncelerimizde, davranışlarımızda ve seçimlerimizde ufak ufak gösterirler. Ancak o kadar sessiz dokunuşları vardır ki bilmeyiz buzdağının altında neler olup bittiğini. Bazen piyonların arkasına gömeriz bu duyguları, hiç kimse ulaşamasın isteriz. Işık tutmayız üzerlerine; bırakalım, karanlıkta kalsınlar. Nasıl olsa öfke var, korur bizi kırılgan benliğimizden. Halbuki bu duygularla teker teker başbaşa bir buluşma ayarlasak, anlamaya çalışsak ve bu sefer gerçekten dinlesek bize anlattıklarını. Belki o zaman piyonlara ihtiyacımız kalmaz.
5 Ağustos 2020 Çarşamba
Yeni Derinin Oluşması
İnsan her doğum gününde eski yaşını bırakıp, yeni bir yaşa adım atıyor. Aslında bir tür deri değiştirme ritüeli gibi; artık yıpranmış olan benliğimizi üstümüzden atıp taze ve yeni bir benlik giyiyoruz. Eski benliklerden izler taşıyan ancak yeni kumaşa sahip bir ben. Bir doğum gününden ötekine geçen zamanda yaşanılan deneyimler, anılar, düşüşler, mücadeleler, seçimler, zor duygular, kolay kahkahalar, özlemler, kavuşmalar, gidenler, gelenler ve ruh haline vuran büyük dalgalar... Hepsinin yeni derinin oluşmasında bir katkısı var.
Herkesin çizgisi farklıdır iki doğum günü arasındaki. Bazılarının daha düz, istikrarlı ve tahmin edilebilir gider mesela. Huzur, sakin bir zihin ve düşük gelecek kaygısıdır yaygın temalar. Birtakım insanların ise inişli çıkışlı bir çizgisi olur; bir sene içinde çok yükseldiği anlardan tutun sıfırın altını tadan deneyimler yaşanır. Yarınların nasıl olacağına dair az fikir, bugünleri şekillendirmek için çok emek vardır hareketli çizgisi olanlarda.
Bir doğum gününden ötekine... Bir nokta ile başlayıp çizgi ile biten 365 santimetrelik bir yaşam kesiti... Sahi, her santiminde bir rolümüz var mıdır? Her yükselişte, her düşüşte ya da tepetaklak olan her kısmında. Seçimlerimiz ne kadar etkilidir bu dalgalı tabloda? Belki de o mumları üflerken dilediğimiz dileklerin vardır bir etkisi.
Bu çizginin çoğunu biz çizdik: İlk önce birtakım olaylar yaşadık. Daha sonra bu olaylar hakkında nasıl düşünceler üreteceğimizi düşündük, olaylara nasıl yaklaşacağımıza baktık ve de birtakım yorumlar yaptık. Düşüncelerimiz duygularımızı uyandırdı: Daha çok olumlu hisleri mi kucakladık, olumsuzların kucağına mı düştük? Bu zincirin son halkası ise davranışlarımız oldu. Hangi yolu seçtik? Düz ve istikrarlı olanı mı, inişli çıkışlı olanı mı?
Aslına bakarsanız, bu çizgi sonucunda oluşur yeni benliğimiz. Eninde sonunda her doğum günü, yeni bir benliğin doğuşudur. Doğum günün kutlu olsun, yeni ben!
5 Ağustos
23. Doğum günü
31 Mayıs 2020 Pazar
Kendimle Sohbet
İnsan kendisiyle baş başa kaldığında ne konuşur? Mesela kendisiyle entelektüel bir tartışma mı yaşar, biraz Tanrı'dan ve var oluşun dayanılmaz hafifliğinden mi bahseder? Ben olsam kendime birtakım konular hakkında sorular sorardım belki de, neden söyledin o kelimeleri? Anlaşır mıyız dersiniz? Hislerimizi, hisler hakkındaki hislerimizi tartışırız belki. Ya da kendimden kaçar, ısrarcı sorularına öfkeli bir bakış atarım. Ne de olsa kendimden daha iyi bir dedektif olabilir mi?
Sanmam. Bence keyifli bir sorgulama olur. Ah, sohbet demek istedim. Sohbet tabii. İki yakın dostun sohbeti gibi. Kendime dostane yaklaşabilir miyim? Sonuçta kendimle pek çok sıra ortak oluyorum, en özel hislerimi paylaşıyorum ve yargısız düşüncelerimi açıyorum. Kendim, bu çok özel anları kabulleniyor mu? Yoksa alaycı bir sırıtış mı kaplıyor yüzünü.
Sevgili kendim, sen sanırım biraz bilmiş bir tipsin. Tip derken alınmanı istemem, sen olsan kendine karakter demeyi seçerdin. Ne de olsa milyarlarca insan içinde sen de kendini özel hissedecek birtakım kelime arayışındasın. Bu kelimeyi daha sevimli kılmak için "bilgiç" diyeceğim. Evet, sen gerçekten de pek çok durum hakkında pek çok yorum yapıp bir bilgiç olup çıkıyorsun karşıma. Yanlış anlama, kendimle dost olduğum için bunları söylemem lazım. Belki bu kadar bilgiç olmasan, her şeyi programlayıp mutlu anları cuma gecelerine rezerve etmesen belki de işler daha değişik olur. Çarşamba gecesi on bir gibi kendine üzülme hakkı tanıyıp, saat yarımı geçince programa göre duygu seçmek mi? Bu bilgiçliğin kaçıncı seviyesi? Ah dur, belki buna da ajandanda bir yanıt vardır.
Ne? Rahatsız mı ettim seni? Dost acı söyler. Bu gece en azından on beş dakikalık bir yüzleşme randevusu almak istiyordum senden. Dolu mu? Zaten yeterince değer verenler programında her zaman bir yer bulurlar. Her program değerlidir, ama bazı programlar diğerlerinden daha değerlidir. Kendimiz için 24 saat ve 7 günün sınırlarını aşıp, her saniye kendimizin farkında olmak gerekiyor belki de. Ne de olsa zaman ayırmadığın biriyle dost olabilir misin?
3 Şubat 2020 Pazartesi
Aşkın Dört Mevsimi
Dört senelik bir ilişki, bir senenin dört
mevsimine benzer. Geçen gün, bir şubat gününe dört yılı sığdırdığımızı
hissettim. Sanki tüm gün, aradan geçen yılların hislerini yeniden yaşadım. İlk
aylarımızdakini aratmayacak bir hevesle açtım şarkımı, dans ederek giyindim.
Süslendim senin için. Bir hevesle kokular sürdüm, rimeller çektim. Sevgilim
beni yıllardan sonra ilk defa görecekmiş gibi bir heyecanla hazırlandım.
Buluştuk: İlk gözlerimiz, sonra
bedenlerimiz. Sımsıkı sarıldın bana, kokumu kalbine çektin adeta. Liseli âşıklar
gibi sarmaş dolaş, bir aşk filmine girdik beraber. Sevgili koltukları, sevgili
filmleri ve sevgili sarılmaları… Özlemişim bu küçük klişe hareketleri. Hayatın
akışında az buçuk film sahneleri çeker bir kadının canı. Dört yıl da görüşsek,
dördüncü saniye heyecanıyla görmeliyiz birbirimizi.
Film bittiğinde iki fincan kahveyle ısıttık
bedenlerimizi. O zaman ilişkimizdeki bir yılı devirdiğimiz anlar geldi gözümün
önüne: Birbirini hala tanımakta olan iki eşsiz ruh. Havada uçuştu gülüşmelerimiz,
yer verdi şakalarımız yüzümüzdeki gamzelere. Zararsız dedikodular, geleceğe
yönelik hedefi belirsiz oklar ve birbirimiz olmadan geçen dakikaların kısa
özeti. İşte bu, sevgili kimliği belirsiz okuyucular, ilişkinin ilk yıllarına
atıftır.
Kahvemiz bittikten sonra yürüyüş yaptık ıslak
sokaklarda. Yağmur damlaları yüzüme vurur, saçlarımdan akar gökyüzünün
gözyaşları. İlişkimiz bir yılı daha devirmiştir. Gözlerimiz buluştuğunda, bal kahvede eridiğinde, saçlarımın ucundan öpersin. Kirpiğimde uyuyan damlayı alır, atkımı daha sıkı
örersin ince boynuma. Parmaklarımız bir eldivenin içinde kenetlenir. Arabaya
bindiğimizde ise bizim hikâyemizin müziklerini çalar, şarkılar söyleyerek yola
koyuluruz.
Eve geldiğimizde ise, ilişkimizin şimdiki
samimi halleri canlanır gözümde. Nasıl paltolar eve girince çıkıyorsa, makyaj
ve bedenin tüm yapay süsü de üstümüzden atılır. Arda kalansa bir çift doğal
yüz, soğuktan pembeleşmiş yanaklar ve birbirini her haliyle seven iki genç ruh…
En sevdiğimiz filmi açar, dumanı tüten saleplerimizi yudumlar ve köpeğimizin
dizimizin dibinde huzurla horlamasını dinleriz. Camların ardında gürleyen kara
kış, battaniyenin altında birbirine değen iki ayakla diner.
İşte böyledir bir ilişkinin dört mevsimi.
İlk buluşmalar, bir yaz akşamı gibi tatlı eser. Bir heyecanla dolar içimiz,
neşeli bir şarkının ritmine kapılır kalbimiz. Ondan sonra romantik sonbahar
gelir, aşk filmleri klişeleri doluşur hayatımıza. En arkadaki masada, derin bir
sohbete dalar çiftler. Sonrasında kara kış gelir, birbirini tanıyan iki insanın
huzurlu sakinliği… Mum ve şarap, sıcak çikolata ve battaniyeye bırakır yerini.
Ve bahar yeniden geldiğinde, ilk mevsim gibi heyecan hissedersin. Aynı aşkla
alnından öper, aynı hevesle adımlarını bekler ve sımsıkı sararsın içine
katarcasına. Çünkü, sevgili arka masadakiler, bazı çiçekler hiçbir mevsim
solmazlar.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)