30 Kasım 2019 Cumartesi

Yol Ayrımı

Yol Ayrımı, 30/11/19.

Yol... Ne severim bu kelimeyi. Karlı bir Aralık sabahında içinize çektiğiniz hava gibi taptaze bir kelime. Yağmurda içilen sıcak çikolata gibi keyifli. Bazen de, kalbinizde çalan hızlı tempolu bir müzik gibi heyecan verici. Hepsinden öte, merak denilen müthiş duygunun kıvılcımına sahip. Çünkü bu hayat denen yolculuğu güzel yapan rota değil, yolun ta kendisidir.

Kah güneş açar bu yolda, bahar gelir ve tatlı rüzgar yüzünüze güzel haberleri üfler. İçinize umudun toprak kokusunu çeker, yolun ötesine hevesle bakarsınız. Bazen ise, kara bulutlar toplanır ve yola gölge düşer. Yağmur, toprağa narince konmaz, içindeki öfkeyi çakıl taşlı yolunuza boşaltır. Korkarsınız, artık yolun sonu gözükmüyordur. Belirsiz geleceğe kaygıyla bakar, gri bulutların ardındaki gün ışığını ararsınız. Ama öyledir işte yol; belirsiz, umulmadık ve şaşırtıcı.

Yeterince yürürseniz, bir yol ayrımına gelirsiniz. Bazen küçük ayrımlardır bunlar; ana yolun paralelinden gidersiniz. İstikamet aynıdır, alternatif yoldan ulaşmayı seçersiniz. Küçük seçimler, ufak kararlar ve kendinden emin adımlar yeterlidir.

Ve bazen, hayatınızda ender karşılaştığınız ana yol ayrımlardan birine denk gelirsiniz. İşte o zaman başlar asıl yolculuk. Çok hızlı düşeriz şu yanılgıya: Bir yolu güneşin ısıttığına, diğerini ise sağanak yağmurun ıslattığına inanırız. Halbuki her yol, her mevsimi yaşayacaktır. Bilmeyiz. Düşünmeyiz. Tedirgin oluruz, doğru kararı verme sorumluluğunun altında eziliriz. Hangisidir bizi çok ısıtıp az ıslatacak olan? Bilmeyiz ki en çok ıslandığımız yolların sonunda gizlidir en çiçek kokulu istikametler. Korkarız, kısa bir bahar uğruna koskoca yazı kaçırdığımızı ise hiç bilmeyiz.

Yol Ayrımı. Hayatta ender karşılaştığımız, ana yol ayrımı. Seçim: Gitmek ya da kalmak. Hangisini seçersen seç, hepsi sana yeni yol ayrımları verecek. Kazanmak ya da kaybetmek gibi değil, her ikisinde de kazanıyorsun: Önemli olan bu yola hangi gözlükle baktığın. Pozitif gözlüklerini taktığın sürece sağanak yağmurda dans edebilir, kara bulutlara sarılabilir ve şimşek gibi parlayabilirsin. İnsanlığın çok kullandığı, paslı ve eski diğer gözlüğü seçersen en güzel papatya bile seni gülümsetemez.

Doğru yol yok, doğru gözlük var.

Doğru seçim yok, geniş bakış açısı var.

Tek bir yol yok, uzun yol ayrımları var.

15 Ağustos 2019 Perşembe

Mezuniyet Alanı Chapter 4


  Mezuniyet Alanı yazımı bu yıl biraz rötarlı olarak yazıyorum. Bunun çeşitli sebepleri var; birincisi Patara’da Yunan desenli bu otantik yerin tütsü kokusu yazıma sinsin istiyorum. İkincisi, yazdıklarım arasında en zorlusu bu olacak; nitekim Erasmus rüzgârını tüm varlığıyla hissedecek bu yazı. Ve sonuncusu, ben de herkes gibi biraz tembelim sanırımJ

  Önce toy hazırlık bitti, ardında çaylak bir ben bıraktı. Derken birinci sınıfı devirdik, gece hayatıyla tanışan bir ben yarattı. İkiyi bitirince biraz büyüdük, akademiyle sosyal hayatı harmanladık. En sonunda üç öyle bir dalgayla çarptı ki, yer yerinden oynadı. Avrupai rüzgârlar, başları döndürdü. İlk kısım, filmlerdeki partileyen genç kız karakteri ile kendi içine yolculuk yapan bir kâşif karakterinin karışımıydı. İkinci kısım ise geleceğine odaklanan bir planlama uzmanıydı. Ve şimdi, bir göz kırpalım bakalım bu tuzlu geçmişe. Yer yer ekşi, bazen de dudak ısırtan bir acıda, ancak fazlasıyla tatlı; öyle ki, nostaljik bir gülümseme yayılıyor yüzünüze. Nostalji ikiyüzlü bir histir; tatlı olduğu kadar hüzünlüdür de. Hatıralar arasında gezinirken dalgalı sularda yüzersiniz, her dalga çarptığında farklı bir duyguyu tetikler. İşte, şimdi de öyle bir yolculuğa çıkacağız.

  Bugün 1 sene oldu büyük bir hayalin gerçekleşmesinin üstünden geçeli. Erasmus benim kalbimde büyük yer kaplar; hayallerime renk katardı. Çok çabaladım, çok yarıştım kendi sınırlarımla ve sonunda açıldı kapılar ardına kadar. Önce elimde Amsterdam biletim, derken koskoca mavi bavullarım ve işte, bulutların üstündeyim. Yanıma bir Dutch adam oturmuştu, Hollanda seyahatim o yabancı ile paylaşılan ilk üç saat ile başlamıştı aslında. Derken pembe hayaller cam gibi parçalandı, bavullarımı kaybettim! Ne korkuydu ama. Üstümde göbeği açık tişörtüm, mini kot eteğim ve Ağustos sıcağında yer kaplamasın diye ayağıma geçirdiğim kara kış botlarımla kalakalmıştım alçaktopraklarda (Netherlands). Bozmadık moralimizi, yükselttik sesini enerji dolu şarkıların ve yakaladık trenimizi yeşil manzaralardan geçen. Beş ev arkadaşım ile paylaştım Dutch evimi. Minik bir odamla beraber Portekizli, İtalyan ve Tay ev arkadaşlarım oldu. Kimseyi tanımadan gittim ilk tanışma partilerine ve çok daha fazlasına. 5 ayı nasıl dökebilirim ki cümlelere? Çok insan tanıdım, çeşitli kültürlere gülümsedim ve gezmedik taş toprak bırakmadım –ya da ülkeyi düşünürsek, kanal demek daha doğru olur. Korelilerle kültürel tartışmalar, Şilililer ile ülkenin eğitimsel durumunu ve Ruslarla siyasi konuşmalar yaptık. Yeri geldi, Endonezyalı arkadaş kimselerin bilmediği adalarını önerdi. Bazen Çinli bir çocuk, Türklere karşı yapılan Çin Seddi’ni esprili bir dille anlattı. Ve en sonunda, canım Prag’lı dostum ile bir şişe şarabı devirdik psikolojik ve hukuksal temalı sohbetlerimiz eşliğinde. Her haftasonu tren bizi Hollanda’nın küçük şehirlerine götürdü, yepyeni ekiplerle taze tanışmışlıklar yaşadık.

  3 büyük seyahat yaptım; hepsinin yeri birbirinden ayrı. Bir tanesini Renard ile ay ışığının üzerine düştüğü romantizm içinde yaptık. Eyfel’e karşı içilen meyve şarapları, Brüksel’de gün batımını seyretmeler, Barcelona’da La Sagrada Familia’ya duyulan hayranlık ve Amsterdam’da özlemimizi gidermek için bir fincan sohbet… İkincisini çok yakın kız arkadaşım ile yaptığım çılgın bir macera olarak tanımlarım. Prag geceleri ve Viyana’nın büyüsü… Bu macera yalnızca Prag’da olan, Prag’da kalır ile özetlenebilir. En sonunda sonuncu seyahatimi yapacak para kalmayınca, ben de çareyi botları Çinli bir kıza satıp oradan aldığım para ile tren biletimi satın alarak buldum. Başka bir dost ile Almanya’ya yapılan seyahatin ana teması, Couchsurfing ile bir gezginin evinde konaklamak ve otostopla başka bir şehre gitmek olarak tanımlanabilir.

  Erasmus ile ilgili çok hikâye anlatılabilir, çok kelam edilebilir ve sayfalarca yazı yazılabilir. Ancak işin özü, farklı dillerde konuşsak da aynı hislere sahibiz aslında. Kalplerimiz bir atıyor, özlemlerimiz gözyaşlarında hayat buluyor. Hayallerimiz büyük, yaşlarımız genç ve ruhlarımız kıpır kıpır. Portekizli dostum, trende ayrılırken bana sımsıkı sarılıyor. Brezilyalı arkadaşım, aramızda alt tarafı bir okyanusun olduğunu ve bunun bizi ayıramayacağını ileri sürüyor. Ve ben, arkamda çok anı bırakıyorum: Sarhoşken yapılan çılgınlıklar, İngilizce bakılan Türk kahvesi falları ve hiç tanımadığım Dünyalılar ile yapılan sayısız seyahat.

  Çok mutluydum; yeni insanlar tanımak, her deneyimi tatmak ve yabancı topraklarda kendi başıma ayakta kalabilmek. Çok mutsuzdum; pek çok arkadaşımın arasında tek bir dostu özlemek, annemin yaptığı yemeğin kokusunu içime çekmek ve sevgilimin kolları arasında huzur bulmak. Bazen korktum; trende mahsur kaldığımda, kaybolduğumda ya da bisikletle bir çukura düştüğümde. Çoğu zaman heyecan duydum; bilinmezliğe olan açlığımla, yeniliğin tahrik edici düşüncesine ve gençliğin verdiği anlık kararlara. Ancak hepsinin arasında en güzeli, harika bir kâşif oldum: Yemyeşil ormanların içinde özgürlük sarhoşu olarak bisiklet sürdüm. Trenle inanılmaz manzaralar eşliğinde yolculuk yaptım. Sayısız yerde yazdım, okudum ve hissettim. Her tanıştığım insan, yeni bir satır ekledi hikâyeme. Ve keşiflerin en büyüğünü kendi içime yaptım, çünkü üniversitemin üçüncü yılı bana çok şey kattı. Kim olduğuma dair bitmeyen sorgum, küçük çaplı tatminler yaşadı.

  Ve döndüm. Her gidişin bir dönüşü var, ancak benimkisi güzel bir dönüştü. Arkamda harika bir hikâye bıraktım, ancak dönüş yepyeni bir kitabın ilk sayfası. Sevgilimin özlem dolu bakışlarında vuku buldum, aileme sımsıkı sarıldım ve dostlarımla nice kahkahalar paylaştım. Üçüncü yılımın ikinci yarısı öylesine hızlı geçti ki, daha çok özlem gidermek ve akademik hayatım için bir yol çizmekle bitti. Son senemize yaklaştığımızın bilinci ile buruk bir gülümseme ve olgunlaşmış bir duruşla geçti.

   Bugün Patara’dayım, ancak kalbim Mezuniyet Alanı’nda. 4 seneyi bitirdim, 4 kere bu konuyu yazdım ve 4 kere değiştim. Genç kızdım, yetişkin oldum. Tektim, çift oldum. Çılgın, hayalperest ve delidoluydum… Eh, biraz olgunluk serpiştirdim bu üçlemeye, ancak hala biz bir bütünüz. Yeni maceralara yelken açacağız, yıllar devireceğiz. Dalgalar vuracak, devrileceğiz. Ancak zamanı geldiğinde, kara görünecek. Şu an bu yelkenliden inmek istemiyorum, ancak seneye kara göründüğünde umutsuz olmayacağım. Çünkü kara, beraberinde basılmayı bekleyen yeni topraklar getirecek.  

14 Temmuz 2019 Pazar

The Rocket Builder by Jóhann Jóhannsson


Zihnin Yeni Krallığı

   Aramızdalar. Bizden biriler. Bilmiyoruz, tanımıyoruz. Bedenlerinde bir bomba misali taşıdıkları gen, patlayacağı günü bekliyor sabırsızlıkla. Aileden bir miras olarak akan hastalıklı gen, trajik bir olayla yıkılmasını bekliyor zihnin. Ve trajik olay bir tsunami gibi vurduğunda o ruha, bomba patlayacak ve gen bir virus misali saracak etraflarını. Ve zihin, amansız düşmana karşı gelemediğinde ve en kuvvetli kaleler yıkıldığında, gerçeklik çökecek önce. Bir zihinde tek bir sesin hakimiyeti bitecek, yeni sesler çıkacak tahta. Bir devir kapanacak: Artık o zihin, tek sesli monarşik düzende yönetilmeyecek. Sesler zihne hakim olduğunda, karar mekanizmanı devirecekler önce. Yaramaz bir çocuk gibi tekmeleyecekler senin algını. Bir çocuk gibi oynayacaklar o zihinde. Parçalayacaklar, dökecekler ve kıracaklar. Ve en sonunda, kendi isteklerine göre yeniden kuracaklar hayali bir yapıyı. Hezeyan diye adlandıracaklar kendi kurdukları inanç sistemini. Ve zihnini dogmatik bir düzen gibi inandıracaklar kendi kurdukları inanç sistemine. Halüsinasyon diyecekler kendi benliklerine. Sana fısıldayacak, komutlar verecek ve yönetecekler hareketlerini. Bazen bir görüntü olarak karşına çıkacak, bazense gizli perdelerin arkasındaki fısıltılar olarak kalacaklar.

Konuşacaklar.
Çığlık atacaklar.
Bazense,
Yalnızca fısıldayacaklar.

   Kimse inanmayacak sana. Kimse bilmeyecek senin zihnindeki yeni krallığı. Ve dışlayacaklar, önyargı adını verdikleri etiketleri alnına yapıştıracaklar.

   Çünkü bilmiyorlar. Çünkü tanımıyorlar. Çünkü kendileri monarşik bir zihinle yaşayıp kendi normlarına göre bunu "normal" kabul ettiler. Seni kabul etsinler istiyorsun ama sen farklısın. Ama sen... Sen onların normal kalıplarına uymuyorsun. Kabullenmek ve kabul etmek iki ayrı kelime öbeği. Değiştiremeyeceğin olayları kabullenirsin ama değiştiremeyeceğini senden kabul ettiğin an başlar asıl değişim.

İlaçlar köreltecek o sesleri,
Görüntüler buğulanacak,
Bir sis perdesi inecek zihnine.
İlaçlar sana istediğin sessiz ve huzurlu zihni verebilir.
Ama ya hisler?
Ya ruh?
Kim dindirecek içindeki yalnız boşluğu?

"Hocam, ben burada yalnızca doldurulacak bir boşluğum."
Onlara bir şiir dizesi okudum. Bir sayfa öykü. Bir ressam hastama kağıt ve renkli kalemler verdim. Felsefeci hastamla Sokrates tartıştık, heykeltıraş hastamla ise İtalya'daki Davud heykelini... 30 sene hocalık yapmış hastama Rıfat Ilgaz'ın kitabını verdim, piyanonun sesini duymayı özleyene ise kulaklık taktım. Bazen sadece günbatımını anlatırsın hayallerine renk katmak için. Bir amaç mı arıyorsun? Bir hastanın iki eliyle senin ellerini sımsıkı tuttuğunu ve gözlerine minnetle baktığı anı hatırla. Birini mutlu mu etmek istiyorsun? Nazım Hikmet'ten Yaşamaya Dair şiirini oku.

Ve sadece
Ama sadece
Yalnızca
Ve
Sadece
Kabul et. 

Karanlık bir Zihinde Gün Doğumu

 Şizofreni hastalarıyla çalışmak... Başka bir gerçekliğe dokunmak, kendi dünyanı bırakmak ve bambaşka bir kabullenme noktasına gelmek. Bir nevi sınırdan geçmek ve arkanda bırakmak tüm bildiklerini. Karanlık, karmaşık ağlarla dolu bir siyah gezegen onların zihni.

"Benlik yoktur. Ben yoktur, biz vardır."
  Bugün halüsinasyonların, hayallerin ve gerçekdışı düşüncelerin hakimiyetinde bir zihnin ürettiği felsefeye daldım. Derin yeşil sularda, dibi gözükmeyen bir okyanusta yüzmek gibiydi. Düşünceleri balıklar gibi uçuşuyordu etrafımda. Bir düşünceye dokunmak istediğimde, ellerimden kayıp hızla yüzerek uzaklaşıyordu. Onun oluşturduğu gezegende, kırmızı hapı aldım ve bir yolculuğa çıktım. Anlamak istedim onun felsefesini, Sokrates ruhunu ve gerçekliğinin acı pençesini. Umutsuz bakışlar ve alaycı gülümsemesi ile kimsenin kendini anlamamasına alışmış bir duruşta oturdu karşımda. Konuşuyordu ancak başka bir lisan; başka bir his diliydi bu. Bu dili öğrenmeye hevesli kimselere açılacak bir kalp, girilecek bir ruh vardı burada. Ve ben, sevgili filozof hastam, duymak istiyorum senin okyanusunun sesini. "Ben dünyaya hakimiyet kurdum", diyordu sesi. "İstesem bu dünya ters yöne döner ve sen, benden üstün olmayan sen, kılını bile kıpırdatamazsın." Senin gerçekliğin bir ayna misali kırılmayacak karşımda. Çünkü ben davetsiz bir misafir gibi dalacağım o sulara, en karanlık dehlizlere yüzeceğim boğulmak pahasına. Tüm bu uçuşan fikirler ve şizofren zihnin ardında saklı gerçeğin mücevherleri. Sadece, ama sadece yüzme cesaretini göstermek gerekiyor.
 
  Zaman uçtu, geriye bir avuç kum kaldı saatinden kırılıp etrafa saçılan. Seni anlamak için gösterdiğim çaba ve bir avuç kum tanesi. En sonunda, ben yüzmeyi öğrendim sense ortak bir lisan konuşmayı.
  "Cahil kalmak istemiyorum ama gerçekler acıtıyor canımı. Söyle, ne yapmam gerekiyor?" 
  İletişim dediğin iki ucu kopuk bir halatı yeniden bir araya getirme çabası. İletişim, bir kuşun cıvıltısı ile bir dalganın kıyıya vuruşunu aynı paydaya getirme uğraşı. Ve bazen de karanlık bir zihne doğacak güneşi bekleme zamanı.
 "Söyle bana, hocam, neyim ben? Bir hasta mı? Bir grubun üyesi mi? Kimim ben?

 

29 Mayıs 2019 Çarşamba

Tatmin Ateşi

    Nasıl arabalar benzinle, teknoloji elektrikle ve insan umutla çalışıyorsa, ben de bugüne dek hayallerle çalıştığımı zannediyordum. Ancak değişen dünya, büyüyen birey derken asıl enerji kaynağımın bu olmadığını fark ettim. Beni asıl körükleyen ateş, alev alev yandığı gibi yakıyor da. Sanırım asıl özüm, tatmin olma arzusu ile besleniyor.

    Bunu betimlemek biraz zor. Belki bir mum, hayır ya da küçük bir çakmak ateşi. Ya kıvılcım? Narin bir alev tanesi, yakından ise oldukça yakıcı. Güvenli diyemem, tehlikeli? Olması gerektiği kadar. Nasıl düşman bellediğimiz öfke, bizi birçok durumda savaşçıya dönüştürüp başa çıkma mekanizmamız oluyorsa, tatmin alevi de öyle bir his. Ya da duygu. Hissiz bir duygu.

   düşünüyorum. biraz daha. Selam sana ey körüklü tehlike. Yeri geldi, seninle iyi dost olduk be Tatmin. Hayattaki başarılarımda senin imzan, girişimlerimde senin ilk adımın ve yeni deneyimlerde senin cesaretin söz konusu. Tatmin olmak için atıldım yeni maceralara. Tattım ne farklı deneyimlerin votka gibi sert tadını. Tatmin olmak için gezdim, gezmekten ise hiç tatmin olmadım. Sen beni açgözlü ve doyumsuz yaptın: Gidecek daha fazla yol, okuyacak çok daha sayfa ve yazacak daha çok satır sundun. Ben hiç tatmin olmadım küçük başarılarla. Sen dedin, yorulsan da devam. Sen dedin, gençsin ve önünde pek çok basamak var. Ve gene sen dedin, tatmin olma ki başarasın. Çünkü pek sevgili Maslow kardeşimizin de dediği gibi, piramidin en üstünde kendini gerçekleştirmek var. Tepeye tırmanırken bir kar yığını altında kalmak da var. Ama senin ateşini körükledikten sonra önümde ne bir kar tanesi ne de dağ kalır. 

    ancak. Ve ancak. Şöyle de bir gerçek var ki, sayın Tatmin, alevin yakıyor içimi cayır cayır. Tatmin olduğum alanlarda yangınlara sebep veriyorsun. Mutlu ve huzurlu çayırlarımı yakıyorsun, ya keşfedecek daha iyi çayırlar varsa diye. Tanıdığım insanları var etmiyorsun, daha farklısını tanıyayım diye. Gezdiğim yerlerde anda kalsam da sen yakıyorsun gene ortalığı. An'a değil, geleceğe çok takılmışsın sen. Geçmişle barışsan da, hep gözün ileride. Atacağım adımları hesaplıyor, en tatmin olacağım yolu bulmak için hiç yorulmadan çalışıyorsun.

  Almışsın yanına can dostlarını; merak, cesaret ve umut. Hep bir ağızdan, bir koro misali, söylüyorsun ateşle şarkını. Merak, daha fazla keşfet. Cesaret, rutin hayatta bir esaret. Umut, hayallerim pek bir soyut. Ve Tatmin, beni açgözlü ve doyumsuz yapıyorsun. Doymuyor, doyamıyorum. Merak, beni benden alıyor. Deli ateşi miydi deli cesareti mi? Bir fark var mı ki...

  Belki de beni bir tuzağa sürüklüyorsun, bilemiyorum. Belki seni tüm hayat arayacağım ama asla bulamayacağım. Ya Simyacı'da geçen bir satır gibi, seni uzaklarda değil kendimde aramalıyım. Ya da martı Jonathan gibi, hep daha yükseğe uçmam gerekiyordur. Ama sen ve ben, bir ateşin içinde dans eden iki kara kömürüz: beraber yanıyoruz. Beni korluyorsun, yakıyorsun ve dibine kadar yanmadan sana asla ulaşamayacağımı vaat ediyorsun. Bu hikayenin sonu iki yanık kor olarak biter, içinden alev gözleri çakmak çakmak bakan.