"One story ends, the other one starts."
Today I just said that to my friend from my erasmus semester. Before I came to the Netherlands, I was thinking that I will definitely have an amazing semester full of parties, beers and dancing all night. We all know Erasmus means parties, for many people. (okay, I don't deny it is a lie). However, the fact I have never consider is that I really met extraordinary people in Tlburg, my lovely Dutch city. I knew I will have friends, but didn't think that much deep feelings or strong bonds. I mean, of course, there is an important part of Erasmus which consists of parties but still, it is much more than it. One of the worst feelings is saying goodbye to your friends and watching the train to leave in a fullmoon (true story). Let me start:
First of all, it is one of the biggest challenges you can have ever lived. Who knows I can cook "mercimek" or eggplant? I had pretty dreams about my exchange year before I came here, but it was...just beyond my dreams. There were some regular things I loved to do, and if we think that I literally hate doing same things or protesting regularity, it was a different kind of growth for me. For example, I drink wine in every week with Alice (Prague) and made incredibly deep conversations starting from the origin of universe until the questioning of the rooted beliefs. We both feel the concept of "broaden the horizons" at heart haha! Moreover, we cook with Maca (Chile) and Diogo (Portugal) in every week in company with funny videos, daily talks and lots of giggles! I cannot ever forget any single moment spending with them. Oh, espeacially the day we went to Bohemian Rhapsody while singing we will rock you aloud! What else, here my lovely Korean friends who will be always remembered! (Yejin and Soo -she knows her name means water in turkish). They were the excellent chefs who made delicious Korean foods, and loved trying turkish foods like Mantı. I was telling their fortune in english with my turkish coffee cups, and they admired and truly believed whatever I told them. I hope I could see their fortune for real. There were many great people that I cannot finish the list. All the people coming from all over the world meet in this small Dutch city. I have friends from Aruba to Colombia, from South Korea to Thailand or from Switzerland to Indonesia. I feel like all the pieces of the puzzle come together and form a colorful mosaic. It felt, touching the rainbow.
Exchange means breaking all the stereotypes you have, and replacing them with actual truths. Yes, there are great differences between Chinese, Japanese and South Korean people! No, Portugal and Spain are not the same country. And definetely yes, Cappadocia is not the capital of Turkey! In the beginning of your exchange semester, you ask many questions starting with "but Germans are...Chinese always...Brazilians never...". During the time, you hear lots of "it DEPENDS!" and realize that you cannot generalize one color to all. I have a German friend who hates beer, a French friend who actually speaks english and a South Korean friend prefers to be alone instead of being with many people. Just, do not generalize people. In the end, we all know that one size does not fit all.
I realized that we are more similar than we thought. We share universal emotions such as love for commitment, sadness for separation and anger for discrimination. It doesn't matter which continent you live, the only important thing is genuine empathy and mutual understanding. You can always think that there will be always language or cultural barrier, but in fact, it is not. We all get through hard challenges, miss our homes and feel lonely sometimes. "We are only human after all". In the end, you just teach them how to dance the halay and some of them think it is sufi whirling!
One of the best things I have ever made is biking from the Netherlands to Belgium border! I stayed up until the morning for Halloween in Amsterdam, or stuck in a train like a thriller movie. After all, I love you all guys. Thank you for all the memories we made together, and the laughs we shared.
Like Jack Kerouac said, "All of life is a foreign country."
22 Aralık 2018 Cumartesi
15 Aralık 2018 Cumartesi
Cam Fanus
Bundan birkaç sene önce bir film izlemiştim, beni derinden etkilemişti. Bu denli büyük etki yapan bir Tibette Yedi Yıl bir de Interstellar var sanırım. Koskoca bir okyanusun en derinlerinde saklı bir inci tanesi gibi, bulmak için aramanız gereken türden bir film: The Man from Earth. Türkçeye Dünyalı olarak çevrilmiş. Şu an bir film eleştirisi yazmak istemiyorum, daha ziyade tek kişilik bir tartışma olsun: Kendi iç dünyamızla bir fincan kahve eşliğinde konuşalım.
John Oldman, son derece bilge bir üniversite hocası. Antropoloji, tarih ve dinler konusunda sahip olduğu sınırsız bilgi birikimi, yalnızca öğrenmeye aç bir adamın iç yansıması mı? Birkaç sene önce izlediğim film, John'un üniversiteden ayrılmadan önceki son gecesinde arkadaşları ile oturup yaptığı derin sohbet üzerine kuruluydu. Bugün şans eseri bu filmin bir ikincisini çektiklerini öğrendim, hemen izledim: The Man from Earth: Holocene. Çok fazla yöne gitmeye açık bir filmdi, ikincisini de olası perspektiflerden biri doğrultusunda çekmişler. Eğer yeterince açık fikirliyseniz, eleştirel düşünebiliyor ve sorguluyorsanız, bence keyif alacağınız bir film. Ve şimdi, film eleştirisi kısmını geçip asıl noktaya geliyorum.
Var olan fikirler mi, kendi yarattığımız gerçeklik mi inançlarımızın temelini oluşturuyor? Kime inanıyoruz, niye inanıyoruz ve bir dakika, gerçekten nedenlere ve sorulara ihtiyaç duyuyor muyuz? Belki de sadece kalbimizde hissettiğimiz güçlü ama kanıtlanamayan bir histir inanç. (Contact, 1997)
Gökkuşağında yedi renk vardır, birbirinden görkemli. Bir o kadar farklı, bir bu kadar ihtişamlı. Ancak, her ne kadar farklı olsalar da, tüm renkler aynı kaynaktan çıkıp gene aynı kaynağa dönerler. Bir yelpaze misali rengarenk yansıyan kültürler, ne kadar farklı görünsek de hepimizin bir noktada buluştuğunu göstermez mi? Dinler, aynı hikayeyi anlatan farklı kalemlerdir. Gelenekler ve adetler, aslında bizi toplumumuza bağlayan elementlerdir. Farklı dilleri konuşsak da aynı duyguları hissederiz. Bombay'da yüzlerce bebek içinde dünyaya gözlerini açan bir bebek, Kenya'nın dünyadan gizli kalmış bir kabilesinde ilk kez ağlayan bir bebek ya da Hong Kong'da bir gökdelende dünyaya gelen sürpriz bir bebek... Her ne kadar farklı bir yaşamın ilk adımını atsalar da, annenin bebeğini kucağına aldığı ilk an yaşadığı duygu evrenseldir. Çünkü, sevgili dostlar, sevgi evrenseldir.
İçinde yaşadığımız toplum, bize bolca mavi ve seyrekleşmiş yeşil dünyaya karşı bir perspektif verir. Öğrendiğimiz din, konuştuğumuz dil ve sosyal normlar, nasıl düşünmemiz ve neye inanmamız gerektiğini çizer. Ancak bu çizgilerin dışına çıkıp ufkumuzu genişlettiğimiz zaman dışarıda yatan bambaşka bir gerçeklik ile tanışırız. Çoğumuz inandığı gerçekliğe sımsıkı tutunur, kendi çizgileri içinde yaşar ve sorgulamadan hayatının silikleşmesine izin verir.
Ne çok okuyan, ne de çok gezen bilir: En çok deneyimleyen, açık görüşlülüğü benimseyen ve çizgileri aşmaktan korkmayanlar bilir. Peki ya dışarıda yatan gerçekliği öğrenebilseydik? Bugüne kadar yaşadığınız çizgileri silecek kadar güçlü bir bilgi ise? Ya bu bilgi, hayatınız boyunca yaşadığınız camdan fanusu kıracak kadar güçlüyse? Ve işte asıl soru, John Oldman ile yaptığınız tek bir sohbetin hayatınızı tepetaklak edeceğinizi bilseniz bile, o adımı atar ve konuşur muydunuz? Dinler miydiniz tüm kalbinizle? Açar mıydınız zihninizi sınır tanımadan? Ve evet, inanmaya, kalıplaşmış düşünceleri yıkmaya ve yerine yenilerini kurmaya cüret eder miydiniz?
John Oldman bir kurgu karakteri olsa da, aslında zihnimizde yeni fikirler yetiştiriyor. The Man From Earth, insanların kendi inançlarını terk etmekten ne kadar korktuğunu ve yeni fikirlere açık olmakta ne kadar zorlandığını gösteriyor. Kabullenmek, zor bir kelime. İkinci film ise, yeterince cesur olup bu bilgiye inanmayı seçenlerin gerçeklik ile başa çıkışlarını vurguluyor.
Ve bazen, sadece zihnini yeni fikirlere açar ve dünyayı farklı bir gözle görmeyi denersin. Çünkü, "Sorgulanmamış yaşam, yaşam değildir." -Socrates
John Oldman, son derece bilge bir üniversite hocası. Antropoloji, tarih ve dinler konusunda sahip olduğu sınırsız bilgi birikimi, yalnızca öğrenmeye aç bir adamın iç yansıması mı? Birkaç sene önce izlediğim film, John'un üniversiteden ayrılmadan önceki son gecesinde arkadaşları ile oturup yaptığı derin sohbet üzerine kuruluydu. Bugün şans eseri bu filmin bir ikincisini çektiklerini öğrendim, hemen izledim: The Man from Earth: Holocene. Çok fazla yöne gitmeye açık bir filmdi, ikincisini de olası perspektiflerden biri doğrultusunda çekmişler. Eğer yeterince açık fikirliyseniz, eleştirel düşünebiliyor ve sorguluyorsanız, bence keyif alacağınız bir film. Ve şimdi, film eleştirisi kısmını geçip asıl noktaya geliyorum.
Var olan fikirler mi, kendi yarattığımız gerçeklik mi inançlarımızın temelini oluşturuyor? Kime inanıyoruz, niye inanıyoruz ve bir dakika, gerçekten nedenlere ve sorulara ihtiyaç duyuyor muyuz? Belki de sadece kalbimizde hissettiğimiz güçlü ama kanıtlanamayan bir histir inanç. (Contact, 1997)
Gökkuşağında yedi renk vardır, birbirinden görkemli. Bir o kadar farklı, bir bu kadar ihtişamlı. Ancak, her ne kadar farklı olsalar da, tüm renkler aynı kaynaktan çıkıp gene aynı kaynağa dönerler. Bir yelpaze misali rengarenk yansıyan kültürler, ne kadar farklı görünsek de hepimizin bir noktada buluştuğunu göstermez mi? Dinler, aynı hikayeyi anlatan farklı kalemlerdir. Gelenekler ve adetler, aslında bizi toplumumuza bağlayan elementlerdir. Farklı dilleri konuşsak da aynı duyguları hissederiz. Bombay'da yüzlerce bebek içinde dünyaya gözlerini açan bir bebek, Kenya'nın dünyadan gizli kalmış bir kabilesinde ilk kez ağlayan bir bebek ya da Hong Kong'da bir gökdelende dünyaya gelen sürpriz bir bebek... Her ne kadar farklı bir yaşamın ilk adımını atsalar da, annenin bebeğini kucağına aldığı ilk an yaşadığı duygu evrenseldir. Çünkü, sevgili dostlar, sevgi evrenseldir.
İçinde yaşadığımız toplum, bize bolca mavi ve seyrekleşmiş yeşil dünyaya karşı bir perspektif verir. Öğrendiğimiz din, konuştuğumuz dil ve sosyal normlar, nasıl düşünmemiz ve neye inanmamız gerektiğini çizer. Ancak bu çizgilerin dışına çıkıp ufkumuzu genişlettiğimiz zaman dışarıda yatan bambaşka bir gerçeklik ile tanışırız. Çoğumuz inandığı gerçekliğe sımsıkı tutunur, kendi çizgileri içinde yaşar ve sorgulamadan hayatının silikleşmesine izin verir.
Ne çok okuyan, ne de çok gezen bilir: En çok deneyimleyen, açık görüşlülüğü benimseyen ve çizgileri aşmaktan korkmayanlar bilir. Peki ya dışarıda yatan gerçekliği öğrenebilseydik? Bugüne kadar yaşadığınız çizgileri silecek kadar güçlü bir bilgi ise? Ya bu bilgi, hayatınız boyunca yaşadığınız camdan fanusu kıracak kadar güçlüyse? Ve işte asıl soru, John Oldman ile yaptığınız tek bir sohbetin hayatınızı tepetaklak edeceğinizi bilseniz bile, o adımı atar ve konuşur muydunuz? Dinler miydiniz tüm kalbinizle? Açar mıydınız zihninizi sınır tanımadan? Ve evet, inanmaya, kalıplaşmış düşünceleri yıkmaya ve yerine yenilerini kurmaya cüret eder miydiniz?
John Oldman bir kurgu karakteri olsa da, aslında zihnimizde yeni fikirler yetiştiriyor. The Man From Earth, insanların kendi inançlarını terk etmekten ne kadar korktuğunu ve yeni fikirlere açık olmakta ne kadar zorlandığını gösteriyor. Kabullenmek, zor bir kelime. İkinci film ise, yeterince cesur olup bu bilgiye inanmayı seçenlerin gerçeklik ile başa çıkışlarını vurguluyor.
Ve bazen, sadece zihnini yeni fikirlere açar ve dünyayı farklı bir gözle görmeyi denersin. Çünkü, "Sorgulanmamış yaşam, yaşam değildir." -Socrates
9 Aralık 2018 Pazar
Konfor Çemberi
Konfor alanı: Psikolojik olarak kendimizi tanıdık, yakın ve güvende hissettiğimiz çember. Etrafımız sıcacık, güvenli bir çemberle sarılmışken, o çemberi kırıp buz gibi gerçekliğe adım atmak cesaret gerektirir. Pek çoğu, hayatlarını daracık bir çemberde kalarak geçirir. Ancak öyle bir zaman gelir ki, o çemberin dışına atmamız gerekir kendimizi.
Geceler de karanlık ve serindir, ancak çekici ve gizemli bir güzelliği vardır. Eğer hep gün ışığında kalsaydık, gecenin gizemli vaat edici güzelliğiyle tanışamazdık.
Merak, cesaret ve özgüven. Bu üç dostunu kalbinin merkezine koy, çemberi kır ve değişime açık ol. Bırak hayatına yeni yüzler girsin, yüzün yeni yerler görsün, yerler yeni deneyimleri kucaklasın. Bırak, dönüşüm başlasın. İçindeki kelebek, uyan ve kanatlarını aç. Uç, özgürce uç. Çemberden kurtul ve özgür bir kelebek misali, farklı değişimlere uç. Her küçük değişim parçası, dönüşümünün bir parçası. Ve sen, uçacak ve yeni yapraklarda kendini bulacaksın. Ve sen, özgür bir kelebeksin. Çemberin seni hapsetmesine izin verme. Kır, uç ve deneyimle.
Geceler de karanlık ve serindir, ancak çekici ve gizemli bir güzelliği vardır. Eğer hep gün ışığında kalsaydık, gecenin gizemli vaat edici güzelliğiyle tanışamazdık.
Merak, cesaret ve özgüven. Bu üç dostunu kalbinin merkezine koy, çemberi kır ve değişime açık ol. Bırak hayatına yeni yüzler girsin, yüzün yeni yerler görsün, yerler yeni deneyimleri kucaklasın. Bırak, dönüşüm başlasın. İçindeki kelebek, uyan ve kanatlarını aç. Uç, özgürce uç. Çemberden kurtul ve özgür bir kelebek misali, farklı değişimlere uç. Her küçük değişim parçası, dönüşümünün bir parçası. Ve sen, uçacak ve yeni yapraklarda kendini bulacaksın. Ve sen, özgür bir kelebeksin. Çemberin seni hapsetmesine izin verme. Kır, uç ve deneyimle.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)