Bundan birkaç sene önce bir film izlemiştim, beni derinden etkilemişti. Bu denli büyük etki yapan bir Tibette Yedi Yıl bir de Interstellar var sanırım. Koskoca bir okyanusun en derinlerinde saklı bir inci tanesi gibi, bulmak için aramanız gereken türden bir film: The Man from Earth. Türkçeye Dünyalı olarak çevrilmiş. Şu an bir film eleştirisi yazmak istemiyorum, daha ziyade tek kişilik bir tartışma olsun: Kendi iç dünyamızla bir fincan kahve eşliğinde konuşalım.
John Oldman, son derece bilge bir üniversite hocası. Antropoloji, tarih ve dinler konusunda sahip olduğu sınırsız bilgi birikimi, yalnızca öğrenmeye aç bir adamın iç yansıması mı? Birkaç sene önce izlediğim film, John'un üniversiteden ayrılmadan önceki son gecesinde arkadaşları ile oturup yaptığı derin sohbet üzerine kuruluydu. Bugün şans eseri bu filmin bir ikincisini çektiklerini öğrendim, hemen izledim: The Man from Earth: Holocene. Çok fazla yöne gitmeye açık bir filmdi, ikincisini de olası perspektiflerden biri doğrultusunda çekmişler. Eğer yeterince açık fikirliyseniz, eleştirel düşünebiliyor ve sorguluyorsanız, bence keyif alacağınız bir film. Ve şimdi, film eleştirisi kısmını geçip asıl noktaya geliyorum.
Var olan fikirler mi, kendi yarattığımız gerçeklik mi inançlarımızın temelini oluşturuyor? Kime inanıyoruz, niye inanıyoruz ve bir dakika, gerçekten nedenlere ve sorulara ihtiyaç duyuyor muyuz? Belki de sadece kalbimizde hissettiğimiz güçlü ama kanıtlanamayan bir histir inanç. (Contact, 1997)
Gökkuşağında yedi renk vardır, birbirinden görkemli. Bir o kadar farklı, bir bu kadar ihtişamlı. Ancak, her ne kadar farklı olsalar da, tüm renkler aynı kaynaktan çıkıp gene aynı kaynağa dönerler. Bir yelpaze misali rengarenk yansıyan kültürler, ne kadar farklı görünsek de hepimizin bir noktada buluştuğunu göstermez mi? Dinler, aynı hikayeyi anlatan farklı kalemlerdir. Gelenekler ve adetler, aslında bizi toplumumuza bağlayan elementlerdir. Farklı dilleri konuşsak da aynı duyguları hissederiz. Bombay'da yüzlerce bebek içinde dünyaya gözlerini açan bir bebek, Kenya'nın dünyadan gizli kalmış bir kabilesinde ilk kez ağlayan bir bebek ya da Hong Kong'da bir gökdelende dünyaya gelen sürpriz bir bebek... Her ne kadar farklı bir yaşamın ilk adımını atsalar da, annenin bebeğini kucağına aldığı ilk an yaşadığı duygu evrenseldir. Çünkü, sevgili dostlar, sevgi evrenseldir.
İçinde yaşadığımız toplum, bize bolca mavi ve seyrekleşmiş yeşil dünyaya karşı bir perspektif verir. Öğrendiğimiz din, konuştuğumuz dil ve sosyal normlar, nasıl düşünmemiz ve neye inanmamız gerektiğini çizer. Ancak bu çizgilerin dışına çıkıp ufkumuzu genişlettiğimiz zaman dışarıda yatan bambaşka bir gerçeklik ile tanışırız. Çoğumuz inandığı gerçekliğe sımsıkı tutunur, kendi çizgileri içinde yaşar ve sorgulamadan hayatının silikleşmesine izin verir.
Ne çok okuyan, ne de çok gezen bilir: En çok deneyimleyen, açık görüşlülüğü benimseyen ve çizgileri aşmaktan korkmayanlar bilir. Peki ya dışarıda yatan gerçekliği öğrenebilseydik? Bugüne kadar yaşadığınız çizgileri silecek kadar güçlü bir bilgi ise? Ya bu bilgi, hayatınız boyunca yaşadığınız camdan fanusu kıracak kadar güçlüyse? Ve işte asıl soru, John Oldman ile yaptığınız tek bir sohbetin hayatınızı tepetaklak edeceğinizi bilseniz bile, o adımı atar ve konuşur muydunuz? Dinler miydiniz tüm kalbinizle? Açar mıydınız zihninizi sınır tanımadan? Ve evet, inanmaya, kalıplaşmış düşünceleri yıkmaya ve yerine yenilerini kurmaya cüret eder miydiniz?
John Oldman bir kurgu karakteri olsa da, aslında zihnimizde yeni fikirler yetiştiriyor. The Man From Earth, insanların kendi inançlarını terk etmekten ne kadar korktuğunu ve yeni fikirlere açık olmakta ne kadar zorlandığını gösteriyor. Kabullenmek, zor bir kelime. İkinci film ise, yeterince cesur olup bu bilgiye inanmayı seçenlerin gerçeklik ile başa çıkışlarını vurguluyor.
Ve bazen, sadece zihnini yeni fikirlere açar ve dünyayı farklı bir gözle görmeyi denersin. Çünkü, "Sorgulanmamış yaşam, yaşam değildir." -Socrates
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder