28 Temmuz 2013 Pazar
Haftasonu Müziği
Oh Land'i bu kadar geç farkettiğim için çok üzüldüm. Hem çok tatlı, sesi güzel, arkadaki ritim hoş... fakat bu kadar harika bi sanatçının bu kadar az tanınması kötü. Perfection, Wolf & I ve Rainbow da güzel şarkılar fakat ben en çok White Nights'ı beğendim. Özellikle klibi diğerlerine kıyasla sıkıcı değil, eğlenceli :) Kızılderili sahnesine bayıldım:)
27 Temmuz 2013 Cumartesi
Git, fethet, yoket!
Karıncaları izliyorum... ordan oraya koşturuyorlar, hiç durmadan çalışıyorlar, bizim için minicik kırıntılar onlar için büyük bir besin kaynağı oluyor... ve kısacık hayatlarını çalışarak geçiren bu küçük canlılar, bir botla öldürülüyorlar...
Arıları izliyorum, belki de hayatları boyunca durmadan çalışıp bal yapıyor, çiçekten çiçeğe uçup petekle uğraşıyorlar... ve bir el darbesiyle yok oluyorlar...
Ağaçları izliyorum, bir sürü canlının evi, oksijen deposu, güzelim canlıları... yerinde durarak en büyük işi yapan canlılar... küçük bir çakmakla yok ediliyorlar...
Ve insanları izliyorum... Kocaman gökdelenler, alışveriş mağazaları, köprüler, yollar, oteller ve bir çok şey yapıyorlar.. kendileri için. Doğayı yok ediyorlar, hayvanları katlediyorlar, kendi ırkının sonunu getiriyorlar. Savaşlardan büyük orman yangınlarına kadar, insanın geçip gittiği her yerde bir felaket var.. Sonunda bu dünyanın sonunu getirip başka gezegenlere gidip oraları da yıkımla sonlandıracak kişiler yine biziz.. bir karınca kadar bile yararımız olmayan canlılar yine biziz.. Keşke bir martı ya da en azından bir ağacın yaprağı olsaymışım, o zaman daha çok yararım olurmuş bu dünyaya..
Bu dehşet video her şeyin güzel bi özeti bence...
21 Temmuz 2013 Pazar
Haftasonu Müziği
Bu haftanın müziği Dire Straits'ten Brothers In Arms. Benim yeni yolculuk şarkım, ayrıca sözleri de harika! :)
There's so many different worlds
So many different suns
And we have just one world
But we live in different ones
There's so many different worlds
So many different suns
And we have just one world
But we live in different ones
18 Temmuz 2013 Perşembe
Bayan Kaptan Hook
Bazılarını kocaman cruise'lar çeker, hani denizin ortasında da havuza girin diye iki üç tane havuz, alışverişsiz kalmayın diye dükkanlar, şehrin en güzel restoranını aratmayacak yerler , 5 yıldızlı otel odalarından farksız odalar ve lüks yaşamınızı sürdürebileceğiniz yerler.. bunun normal bir otelden iki kat para tutmasının sebebi de yüzen bir otel olması, denizde giderken bütün bunları yapabilir oluşunuz..
O bazılarının mükemmel seyahat anlayışı gidilecek gezilecek yerden çok, giderken yapılacaklar. Hangi ülkeye gittikleri, ne harika kaleler, manastırlar, kiliseler, antik kasabalar, benzersiz yapıtlar, güzelim eserler görüp geriye mükemmel anılarla dönecekleri hiç önemli değil. Bundan sanane diyeceksiniz, adam paralı pullu nereye nasıl harcayacaksa harcasın senin niye umrunda ki diye soracaksınız, haklısınız. Ben burada bir kez daha bu konudaki yalnızlığımı paylaşmak istiyorum. Bazen olur ya, arkadaşlarınız yanınızdan Cruise'lar geçerken ağızları bi karış baktıkları ve sonrada büyük Las Vegas hayallerinden bahsettikleri anlarda sadece dinleyip hı hı dersiniz, ama o düşler size çok yabancı gelir. Neden böyleyim, neden uyumlu olamıyorum diye düşünürsünüz, yanıtsız düşünceler kuyusuna bi taş daha atmış olursunuz. Bana diyeceksiniz, Vegas, alışveriş, yüzen oteller ilgini çekmiyor he, dostum derdin ne senin? Duyalım bakalım senin mükemmel seyahat anlayışını? O zaman benim yanıtım da biraz uçuk kalacak tabii. Ben cruise ile bir haftalık tatil yerine kendime bir tekne alma hakkı isterdim. Ama şöyle büyük, rüzgarla coşan bembeyaz yelkenli olanlarından. Başıma kaptan şapkamı takıp dümene geçmek ve plansız programsız yalnız bir pusula ve haritayla, az da doğaçlamayla bastırıp gitmek isterdim. Okyanuslara açılmak, etrafımda hiç bir kara parçası göremeyeceğim kadar uzaklaşmak isterdim. Tıpkı korsanlar gibi.. Kaptan Hook, Kaptan Jack Sparrow gibi.. Ama yalnız açılmak ister miydim bilmiyorum, belki bi kaç dostla belki yalnız babamla.. Heyecan verici maceralara atılmak isterdim, fırtınalarda sağanakta heyecanla gökyüzüne doğru bağırmak isterdim. Ve en güzeli de nereye gitmek istersem isteyim , kaç gün süreceği önemsiz, oraya gitmek isterdim. Mesela Güney Amerika'ya yolculuk, veya Avustralya'ya uzun süreli seyahat, ve hatta ve hatta en büyük hayalim "cennetten bir parça"ya geri dönüş bileti almadan gitmek isterdim. Ama düşünüyorum da , benim yaşlarımda amerikan gençlik dizilerinin etkisinden kurtulmuş ve doğa aşkıyla dolu kaç kişi vardır ki? Yanlış anlamayın kendimi beğenmişlik yapmak istemiyorum, sadece benim bi kaç hayalimi paylaşan bi kaç kişi olsa iyi olurdu diyorum. Neyse, yapacak bi şey yok. Umarım hayalgücüm bir gün daha gerçekçi olmaya karar verir. O zaman bir korsanla evlenme hayalimden de kurtulmuş olurum :)
O bazılarının mükemmel seyahat anlayışı gidilecek gezilecek yerden çok, giderken yapılacaklar. Hangi ülkeye gittikleri, ne harika kaleler, manastırlar, kiliseler, antik kasabalar, benzersiz yapıtlar, güzelim eserler görüp geriye mükemmel anılarla dönecekleri hiç önemli değil. Bundan sanane diyeceksiniz, adam paralı pullu nereye nasıl harcayacaksa harcasın senin niye umrunda ki diye soracaksınız, haklısınız. Ben burada bir kez daha bu konudaki yalnızlığımı paylaşmak istiyorum. Bazen olur ya, arkadaşlarınız yanınızdan Cruise'lar geçerken ağızları bi karış baktıkları ve sonrada büyük Las Vegas hayallerinden bahsettikleri anlarda sadece dinleyip hı hı dersiniz, ama o düşler size çok yabancı gelir. Neden böyleyim, neden uyumlu olamıyorum diye düşünürsünüz, yanıtsız düşünceler kuyusuna bi taş daha atmış olursunuz. Bana diyeceksiniz, Vegas, alışveriş, yüzen oteller ilgini çekmiyor he, dostum derdin ne senin? Duyalım bakalım senin mükemmel seyahat anlayışını? O zaman benim yanıtım da biraz uçuk kalacak tabii. Ben cruise ile bir haftalık tatil yerine kendime bir tekne alma hakkı isterdim. Ama şöyle büyük, rüzgarla coşan bembeyaz yelkenli olanlarından. Başıma kaptan şapkamı takıp dümene geçmek ve plansız programsız yalnız bir pusula ve haritayla, az da doğaçlamayla bastırıp gitmek isterdim. Okyanuslara açılmak, etrafımda hiç bir kara parçası göremeyeceğim kadar uzaklaşmak isterdim. Tıpkı korsanlar gibi.. Kaptan Hook, Kaptan Jack Sparrow gibi.. Ama yalnız açılmak ister miydim bilmiyorum, belki bi kaç dostla belki yalnız babamla.. Heyecan verici maceralara atılmak isterdim, fırtınalarda sağanakta heyecanla gökyüzüne doğru bağırmak isterdim. Ve en güzeli de nereye gitmek istersem isteyim , kaç gün süreceği önemsiz, oraya gitmek isterdim. Mesela Güney Amerika'ya yolculuk, veya Avustralya'ya uzun süreli seyahat, ve hatta ve hatta en büyük hayalim "cennetten bir parça"ya geri dönüş bileti almadan gitmek isterdim. Ama düşünüyorum da , benim yaşlarımda amerikan gençlik dizilerinin etkisinden kurtulmuş ve doğa aşkıyla dolu kaç kişi vardır ki? Yanlış anlamayın kendimi beğenmişlik yapmak istemiyorum, sadece benim bi kaç hayalimi paylaşan bi kaç kişi olsa iyi olurdu diyorum. Neyse, yapacak bi şey yok. Umarım hayalgücüm bir gün daha gerçekçi olmaya karar verir. O zaman bir korsanla evlenme hayalimden de kurtulmuş olurum :)
5 Temmuz 2013 Cuma
Haftasonu Müziği
Biraz erken bir "Haftasonu Müziği" paylaşıyorum, biliyorum çünkü yarından itibaren çok güzel bi seyahata daha çıkıyorum: Balkanlar turu! Her ne kadar Afrika kaar ilginç,tuhaf,değişik,egzotik ama bir o kadar da eşsiz yer az bulunsa da, Dubrovnik, Makedonya, Meteora gibi yerlerde ilginç ve çok güzel gözüküyor gözüme... Ve tabiki benim vazgeçilmez seyahat şarkım, yani cidden bunu dinlediğinizde yoldaymışsınız hissi veriyor, Rascal Flatt - Life is a Highway umarım size de aynı hissi verir.. Gitmeden önce son bir felsefi sözü patlatayım öyle gideyim: Hayat, başlı başına bir yolculuktur. Varacağınız yerden ziyade yolda geçireceğiniz maceralar kıymetlidir:) İyi dinlemeler:))
2 Temmuz 2013 Salı
Bir Afrika Macerası
Küçük bir okul dergisi yazısından Hürriyet gazetesine çıkacak kadar ünlenen küçük yazım:) İlk yurtdışı seyahatimin Afrika-Tanzanya-Zanzibar'a olduğunu anlattığım yazımı umarım beğeniyle okursunuz..:))
Bir Afrika Macerası
saatlik bir uçak yolculuğunun sonunda Tanzanya topraklarına ayakbastım. Etrafıma baktığımda ilk gördüğüm, şaşkın bakışlarıyla bizi süzen siyah adamlardı. Onlar bana ne kadar farklı geliyorsa, ben de bir o kadar onlara farklı görünüyordum. Tanzanya’dan Zanzibar adasına kısa bir uçuşla vardık ve kendimizi otele attık. Hiç vakit kaybetm
eden sahile indik ve gördüğüm manzara karşısında bakakaldım. Mavinin türkuazından lacivertine her tonuna boyanmış okyanus, karla örtülmüş bir sahil havasında bembeyaz kumlar, sahilin hemen arkasında kalan gür ağaçlı yemyeşil küçük bir ormancık, denizde nazlı nazlı salınan güzelim yelkenler ve kumda rengârenk takılarından elbisesine her türlü hediyelik eşyayı satan zenciler… O sıcacık suda yüzüp, güneşin tadını çıkarmak… Kulağında müziğin, elinde ananas suyun ve gözünde güneş gözlükleriyle manzaraya karşı uzanmak… Hele akşama doğru o güneş batışı… Son derece huzurlu ve muhteşem bir manzara… Afrika güneşi bulutların ardından çıkmış, harika bir turuncu rengiyle parıldıyordu. Önünden siyah bir kuş sürüsü geçiyor ve deniz tüm gün dalgalarla mücadele verdikten sonra, kusursuz bir örtü şeklinde önümüzde uzanıyordu. Kumsalda zenci gençler futbol maçı yaparken küçük beyaz elbiseli zenci kızlar oyun olarak ipe naylon bağlayıp uçurtma gibi naylonu uçuruyor, iki sevgili manzaranın tadını çıkararak kumsalda yürüyordu. Ve güneş ateş kırmızısına bürünerek bir Afrika gününe daha veda ediyor.
HAYALPEREST
Bir Afrika Macerası
Çocukluğumdan beri hep yurtdışı seyahatine
çıkmak istemişimdir. Dünyayı görmek… Avrupa’da ki ışıltılı şehirlerden, Güney
Amerika’ya uzanan yemyeşil ormanlara, her yeri gezmek, en büyük hayallerimden
biriydi. İlkokuldayken kuzenim bana
Eiffel kulesinin yanından çekilen fotoğraflarını gösterir, ortaokuldayken en
yakın arkadaşım Venedik’in müthiş manzaralarını anlatırdı. Şimdi lisedeyim ve
tanıdığım birçok kişi harika yerler görüyor ve geriye çok güzel fotoğraflar ve
mükemmel anılarla dönüyor. Ya ben! İlk yurtdışı seyahatimi düşündüğümde aklıma hep
Eiffel kulesi, Kolezyum veya Big Ben ile çekileceğim fotoğraflar, gezeceğim
müzeler ve yürüyeceğim yabancı sokaklar gelirdi. Ama bilin bakalım bu
hayallerimden hangisi gerçekleşiyor?
Benim hikâyem yılbaşından bir hafta önce, buz
gibi sıradan bir İstanbul gününde başladı. Ailemle birlikte
babamın çocukluk
arkadaşına misafirliğe gitmiştik. Özgür abi tanıdığım en ilginç insanlardan
biridir. 40 yaşında 40 yer görmüş adam… Bize, ucu bucağı gözükmeyen dağlardan,
sonsuzluğa uzanan okyanuslardan, balta girmemiş yeşilin en güzel tonu
ormanlardan ve ıssız çöllerden bahsetti. O anlattıkça ben bizimkilere imalı
bakışlar atıyordum. Acaba ben de bir gün okyanuslarda yüzüp içinde vahşi
hayvanların dolaştığı ormanlarda yürüyebilecek miyim diye tüm hafta düşündüm.
Yılbaşı gecesi ise eğlenceli oyunlar, leziz yemekler ve
harika hediyelerle geçerken, gecenin sonunda babam bir duyuru yapacağını
söyleyerek ayağa kalktı. Ve sonunda 16 yıldır beklediğim sözler döküldü
ağzından: Çocuklar, Afrika’ya gidiyoruz!
İlk yurt dışı
seyahatim Afrika’da Tanzanya ve Zanzibar’a olacaktı! Gerçi konu babam olunca
değil Afrika, Ay’a gidiyoruz dese şaşırmazdım. Zanzibar, dünya üzerinde
köleliğin ve köle pazarların kaldırıldığı son yermiş. Bundan bir asır öncesine
kadar hala Stonetown’da ki sokaklarda kadın ve çocuklar köle
pazarlarında
satılırmış. İlginç bir yere benziyor doğrusu… Neyse, hazırlıklar tamamlandı ve
macera başladı. 8saatlik bir uçak yolculuğunun sonunda Tanzanya topraklarına ayakbastım. Etrafıma baktığımda ilk gördüğüm, şaşkın bakışlarıyla bizi süzen siyah adamlardı. Onlar bana ne kadar farklı geliyorsa, ben de bir o kadar onlara farklı görünüyordum. Tanzanya’dan Zanzibar adasına kısa bir uçuşla vardık ve kendimizi otele attık. Hiç vakit kaybetm
eden sahile indik ve gördüğüm manzara karşısında bakakaldım. Mavinin türkuazından lacivertine her tonuna boyanmış okyanus, karla örtülmüş bir sahil havasında bembeyaz kumlar, sahilin hemen arkasında kalan gür ağaçlı yemyeşil küçük bir ormancık, denizde nazlı nazlı salınan güzelim yelkenler ve kumda rengârenk takılarından elbisesine her türlü hediyelik eşyayı satan zenciler… O sıcacık suda yüzüp, güneşin tadını çıkarmak… Kulağında müziğin, elinde ananas suyun ve gözünde güneş gözlükleriyle manzaraya karşı uzanmak… Hele akşama doğru o güneş batışı… Son derece huzurlu ve muhteşem bir manzara… Afrika güneşi bulutların ardından çıkmış, harika bir turuncu rengiyle parıldıyordu. Önünden siyah bir kuş sürüsü geçiyor ve deniz tüm gün dalgalarla mücadele verdikten sonra, kusursuz bir örtü şeklinde önümüzde uzanıyordu. Kumsalda zenci gençler futbol maçı yaparken küçük beyaz elbiseli zenci kızlar oyun olarak ipe naylon bağlayıp uçurtma gibi naylonu uçuruyor, iki sevgili manzaranın tadını çıkararak kumsalda yürüyordu. Ve güneş ateş kırmızısına bürünerek bir Afrika gününe daha veda ediyor.
Sonra ki gün, çok ilginç bir deneyim daha
yaşıyorum: Hint okyanusuna şnorkelle dalmak… ve gördüklerim karşısında büyülenmek…
Bin bir farklı renkte ve türde canlılar… Bunlara balık demek haksızlık olur,
çünkü daha önce yediğim ya da gördüğüm hiçbir balık gibi tekdüze görünmüyorlar.
Sanki ressam elinden, sulu boya darbeleriyle boyanmışçasına güzeller. Kırmızı
zarif bir balık salına salına önümden geçiyor, hemen altımdan yeşil pullu irice
bir balık, mavi, sarı çizgili iki balığın ardından yüzüyor.
Küçük, pembemsi
renkte bir balık grubu altımdaki mercanlarda gözden kaybolurken, yolunu
kaybetmiş siyah benekli beyaz bir balık burnuma çarpıyor. Kocaman kırmızı bir
denizyıldızının daha üstünden geçtikten sonra biraz daha yüzüyorum ve ilginç
bir olaya tanıklık ediyorum: Yüzlerce balık suyun içinde heykel gibi duruyor.
Yanlarına gidiyorum ama hala hareketsizler. Biraz ürkütücü bir manzara. Korkudan
taş kesilmiş gibi duran balıkların gizemini biraz sonra gelen kocaman bir
baracuda(büyük, yırtıcı balık türü) açıklıyor. Baracudanın hiç zorlanmadan
ağzını açıp on balığı aynı anda mideye indirişini seyrediyorum. Ve sonunda
yüzeye çıkıyorum…
Sonraki gün Jozani ormanı ve başkent
Stonetown’a gidiyoruz. Jozani, upuzun palmiye ağaçlarıyla, kuş cıvıltıları ve egzotik
kokularıyla bizi fethediyor. Hele tam tepemizden atlayan maymunlar, bizi çok
eğlendiriyor. Bir anne maymun yavrusunu kucağında taşırken, iki maymun elimizdeki
yemeklere atılıyorlar. Küçük, haylaz bir maymun elimdeki meyveyi bir hamlede
kapıyor. Öğleye doğru, bu yeşil cenneti arkamızda bırakıp şehre doğru yol
alıyoruz. Stonetown; farklı baharat kokularıyla donatılmış daracık sokakları,
balkonlarından pembe begonvilleri sarkan taş evleri, yollarında başında sepetle
dolaşan kadınları, ellerinde çiçek ve meyve satan neşeli kız çocukları, her
köşe başında resim tabloları, maskelerle dolup taşan dükkanları, balık
pazarları, karşı karşıya durmuş kilise ve camisiyle, şarkı söyleyerek dolaşan
insanlarıyla kir pas içerisinde fakat ruhu olan bir şehir. Sokaklarında
geçmişin izlerini taşıyor… Ve üzülerek son
gecemize geliyoruz. Katıldığımız full moon partisi maceramıza noktayı koyuyor.
Bu full moon partisi, adından da anlaşıldığı gibi ayda sadece bir kez,
dolunayın çıktığı gecelerde yapılıyor. Gece tam bir curcuna! Rengârenk
kıyafetleriyle insanlar dans ediyor, zenciler şarkı söylerken bardaki adamlar
bardaklara vurarak ritim yapıyor, masadaki zenciler elleriyle, garsonlar
ayaklarıyla yere vurarak ritme katılıyor, önümüzde küçücük çocuklar parendeler
atıyor ve yanlarında da kızlar oradan oraya uçarcasına dans ediyor. Onlarda
öyle bir enerji var ki, onların akışına kapılmamak mümkün değil. Onlara bir
kere katıldın mı, kendini ya şarkıcıyla şarkı söylerken ya da pistte çılgınlar
gibi dans ederken buluyorsun. Gecenin sonundaki havai fişek gösterisi ayrı bir
tat katıyor partiye. Ve böylece son gecemizi de harika bir şekilde
sonlandırıyoruz ve kaçınılmaz sabaha uyanıyoruz: Cennete veda edeceğimiz güne…
Ama Afrika bizi son bir sürprizle daha şaşırtıyor; sahile iniyoruz ve o da ne!
Deniz yok! Büyük bir gelgit olmuş. Deniz o kadar uzağa çekilmiş ki, geriye
kalan büyük bir kum yığını, yosunlar, karaya oturmuş tekneler ve ürkmüş
yengeçler… Deniz öğleye doğru geri geliyor ve Hint okyanusunun sonsuz
güzelliğinde bir kez daha kayboluyoruz. Okyanusun içindeyken o an İstanbul’da
kışın, soğuğun, karın olduğu gerçeği bana o kadar yabancı geliyor ki… Sudan
çıkıyorum ve kıyıya oturup etrafımdaki manzarayı zihnime kaydediyorum. Sanki masal
kitaplarından fırlamış gibi… Kıyıya coşkuyla çarpan dalgalar, biraz ileride
denizde neşeyle zıplayan yunuslar, yanımdan kahkalarla gülerek koşan çocuklar,
etrafımı saran palmiyeler ve kulağımdaki müzik… Hepsi bir uyum içerisinde…
Cenneti bırakmak istemiyorum… Önümde uzanan 8 saatlik geri dönüş yolculuğu,
beni bekleyen bir yığın ödev, kalın kazaklar ve erken uyanacağım günler gözümde
çok büyüyor. Ama her gidişin bir dönüşü vardır ve bende sonunda evime dönüyorum.
Zanzibar’ı
düşündüğümde;
İstedikleri yere
gitmek için bisiklet kullanan, eğlence olarak şarkı söyleyip dans eden, her
gittiğimiz yerde bizi gülümseyerek “jambo”(swahili dilinde merhaba) sözleriyle karşılayan kara
yüzleri aklıma geliyor. O yoksulluğun içinde, tüm zor şartlarına rağmen hayata
gülümsemeyi başarabilmiş onlar. Mutlu olmak için son model bilgisayarlara,
televizyonlara, telefonlara ihtiyaç duymuyorlar. Eğer akşam uyuyabilecekleri
bir evleri, yiyebilecekleri bir ananas bir ekmekleri, basit bir işleri, sarılıp
öpebilecekleri bir aileleri varsa ne mutlu onlara! Başka bir şeye ihtiyaç
duymuyorlar çünkü… Canlarını sıkan bir şey olduğunda, diyecekleri tek bir şey
var: Hakuna Matata! Boşveeerrr gitsin…
1 Temmuz 2013 Pazartesi
Haftasonu Müziği
Bu haftasonu Passenger'dan Let her go parçasını paylaşacağım. Passenger'ın ne kadar Tracy Chapman'a benzediğini fark ettiniz mi? Ayrıca birazda James Blunt tarzı.. Ama her halükarda İstanbul'un yağmurlu yaz günlerinde çay içerken dinlenecekler listemde:) Ayrıca bir hafta sonra çıkacağım büyük balkan seyahati için hazırladığım müzik parçalarına da eklemeli... İyi dinlemeler!
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)