Bir Afrika Macerası
Çocukluğumdan beri hep yurtdışı seyahatine
çıkmak istemişimdir. Dünyayı görmek… Avrupa’da ki ışıltılı şehirlerden, Güney
Amerika’ya uzanan yemyeşil ormanlara, her yeri gezmek, en büyük hayallerimden
biriydi. İlkokuldayken kuzenim bana
Eiffel kulesinin yanından çekilen fotoğraflarını gösterir, ortaokuldayken en
yakın arkadaşım Venedik’in müthiş manzaralarını anlatırdı. Şimdi lisedeyim ve
tanıdığım birçok kişi harika yerler görüyor ve geriye çok güzel fotoğraflar ve
mükemmel anılarla dönüyor. Ya ben! İlk yurtdışı seyahatimi düşündüğümde aklıma hep
Eiffel kulesi, Kolezyum veya Big Ben ile çekileceğim fotoğraflar, gezeceğim
müzeler ve yürüyeceğim yabancı sokaklar gelirdi. Ama bilin bakalım bu
hayallerimden hangisi gerçekleşiyor?
Benim hikâyem yılbaşından bir hafta önce, buz
gibi sıradan bir İstanbul gününde başladı. Ailemle birlikte
babamın çocukluk
arkadaşına misafirliğe gitmiştik. Özgür abi tanıdığım en ilginç insanlardan
biridir. 40 yaşında 40 yer görmüş adam… Bize, ucu bucağı gözükmeyen dağlardan,
sonsuzluğa uzanan okyanuslardan, balta girmemiş yeşilin en güzel tonu
ormanlardan ve ıssız çöllerden bahsetti. O anlattıkça ben bizimkilere imalı
bakışlar atıyordum. Acaba ben de bir gün okyanuslarda yüzüp içinde vahşi
hayvanların dolaştığı ormanlarda yürüyebilecek miyim diye tüm hafta düşündüm.
Yılbaşı gecesi ise eğlenceli oyunlar, leziz yemekler ve
harika hediyelerle geçerken, gecenin sonunda babam bir duyuru yapacağını
söyleyerek ayağa kalktı. Ve sonunda 16 yıldır beklediğim sözler döküldü
ağzından: Çocuklar, Afrika’ya gidiyoruz!
İlk yurt dışı
seyahatim Afrika’da Tanzanya ve Zanzibar’a olacaktı! Gerçi konu babam olunca
değil Afrika, Ay’a gidiyoruz dese şaşırmazdım. Zanzibar, dünya üzerinde
köleliğin ve köle pazarların kaldırıldığı son yermiş. Bundan bir asır öncesine
kadar hala Stonetown’da ki sokaklarda kadın ve çocuklar köle
pazarlarında
satılırmış. İlginç bir yere benziyor doğrusu… Neyse, hazırlıklar tamamlandı ve
macera başladı. 8
eden sahile indik ve gördüğüm manzara karşısında bakakaldım. Mavinin türkuazından lacivertine her tonuna boyanmış okyanus, karla örtülmüş bir sahil havasında bembeyaz kumlar, sahilin hemen arkasında kalan gür ağaçlı yemyeşil küçük bir ormancık, denizde nazlı nazlı salınan güzelim yelkenler ve kumda rengârenk takılarından elbisesine her türlü hediyelik eşyayı satan zenciler… O sıcacık suda yüzüp, güneşin tadını çıkarmak… Kulağında müziğin, elinde ananas suyun ve gözünde güneş gözlükleriyle manzaraya karşı uzanmak… Hele akşama doğru o güneş batışı… Son derece huzurlu ve muhteşem bir manzara… Afrika güneşi bulutların ardından çıkmış, harika bir turuncu rengiyle parıldıyordu. Önünden siyah bir kuş sürüsü geçiyor ve deniz tüm gün dalgalarla mücadele verdikten sonra, kusursuz bir örtü şeklinde önümüzde uzanıyordu. Kumsalda zenci gençler futbol maçı yaparken küçük beyaz elbiseli zenci kızlar oyun olarak ipe naylon bağlayıp uçurtma gibi naylonu uçuruyor, iki sevgili manzaranın tadını çıkararak kumsalda yürüyordu. Ve güneş ateş kırmızısına bürünerek bir Afrika gününe daha veda ediyor.
Sonra ki gün, çok ilginç bir deneyim daha
yaşıyorum: Hint okyanusuna şnorkelle dalmak… ve gördüklerim karşısında büyülenmek…
Bin bir farklı renkte ve türde canlılar… Bunlara balık demek haksızlık olur,
çünkü daha önce yediğim ya da gördüğüm hiçbir balık gibi tekdüze görünmüyorlar.
Sanki ressam elinden, sulu boya darbeleriyle boyanmışçasına güzeller. Kırmızı
zarif bir balık salına salına önümden geçiyor, hemen altımdan yeşil pullu irice
bir balık, mavi, sarı çizgili iki balığın ardından yüzüyor.
Küçük, pembemsi
renkte bir balık grubu altımdaki mercanlarda gözden kaybolurken, yolunu
kaybetmiş siyah benekli beyaz bir balık burnuma çarpıyor. Kocaman kırmızı bir
denizyıldızının daha üstünden geçtikten sonra biraz daha yüzüyorum ve ilginç
bir olaya tanıklık ediyorum: Yüzlerce balık suyun içinde heykel gibi duruyor.
Yanlarına gidiyorum ama hala hareketsizler. Biraz ürkütücü bir manzara. Korkudan
taş kesilmiş gibi duran balıkların gizemini biraz sonra gelen kocaman bir
baracuda(büyük, yırtıcı balık türü) açıklıyor. Baracudanın hiç zorlanmadan
ağzını açıp on balığı aynı anda mideye indirişini seyrediyorum. Ve sonunda
yüzeye çıkıyorum…

Zanzibar’ı
düşündüğümde;
İstedikleri yere
gitmek için bisiklet kullanan, eğlence olarak şarkı söyleyip dans eden, her
gittiğimiz yerde bizi gülümseyerek “jambo”(swahili dilinde merhaba) sözleriyle karşılayan kara
yüzleri aklıma geliyor. O yoksulluğun içinde, tüm zor şartlarına rağmen hayata
gülümsemeyi başarabilmiş onlar. Mutlu olmak için son model bilgisayarlara,
televizyonlara, telefonlara ihtiyaç duymuyorlar. Eğer akşam uyuyabilecekleri
bir evleri, yiyebilecekleri bir ananas bir ekmekleri, basit bir işleri, sarılıp
öpebilecekleri bir aileleri varsa ne mutlu onlara! Başka bir şeye ihtiyaç
duymuyorlar çünkü… Canlarını sıkan bir şey olduğunda, diyecekleri tek bir şey
var: Hakuna Matata! Boşveeerrr gitsin…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder