2 Temmuz 2013 Salı

Bir Afrika Macerası

Küçük bir okul dergisi yazısından Hürriyet gazetesine çıkacak kadar ünlenen küçük yazım:) İlk yurtdışı seyahatimin Afrika-Tanzanya-Zanzibar'a olduğunu anlattığım yazımı umarım beğeniyle okursunuz..:))

Bir Afrika Macerası

      Çocukluğumdan beri hep yurtdışı seyahatine çıkmak istemişimdir. Dünyayı görmek… Avrupa’da ki ışıltılı şehirlerden, Güney Amerika’ya uzanan yemyeşil ormanlara, her yeri gezmek, en büyük hayallerimden biriydi.  İlkokuldayken kuzenim bana Eiffel kulesinin yanından çekilen fotoğraflarını gösterir, ortaokuldayken en yakın arkadaşım Venedik’in müthiş manzaralarını anlatırdı. Şimdi lisedeyim ve tanıdığım birçok kişi harika yerler görüyor ve geriye çok güzel fotoğraflar ve mükemmel anılarla dönüyor. Ya ben! İlk yurtdışı seyahatimi düşündüğümde aklıma hep Eiffel kulesi, Kolezyum veya Big Ben ile çekileceğim fotoğraflar, gezeceğim müzeler ve yürüyeceğim yabancı sokaklar gelirdi. Ama bilin bakalım bu hayallerimden hangisi gerçekleşiyor?

    Benim hikâyem yılbaşından bir hafta önce, buz gibi sıradan bir İstanbul gününde başladı. Ailemle birlikte
babamın çocukluk arkadaşına misafirliğe gitmiştik. Özgür abi tanıdığım en ilginç insanlardan biridir. 40 yaşında 40 yer görmüş adam… Bize, ucu bucağı gözükmeyen dağlardan, sonsuzluğa uzanan okyanuslardan, balta girmemiş yeşilin en güzel tonu ormanlardan ve ıssız çöllerden bahsetti. O anlattıkça ben bizimkilere imalı bakışlar atıyordum. Acaba ben de bir gün okyanuslarda yüzüp içinde vahşi hayvanların dolaştığı ormanlarda yürüyebilecek miyim diye tüm hafta düşündüm.
Yılbaşı gecesi ise eğlenceli oyunlar, leziz yemekler ve harika hediyelerle geçerken, gecenin sonunda babam bir duyuru yapacağını söyleyerek ayağa kalktı. Ve sonunda 16 yıldır beklediğim sözler döküldü ağzından: Çocuklar, Afrika’ya gidiyoruz!

    İlk yurt dışı seyahatim Afrika’da Tanzanya ve Zanzibar’a olacaktı! Gerçi konu babam olunca değil Afrika, Ay’a gidiyoruz dese şaşırmazdım. Zanzibar, dünya üzerinde köleliğin ve köle pazarların kaldırıldığı son yermiş. Bundan bir asır öncesine kadar hala Stonetown’da ki sokaklarda kadın ve çocuklar köle
pazarlarında satılırmış. İlginç bir yere benziyor doğrusu… Neyse, hazırlıklar tamamlandı ve macera başladı. 8
saatlik bir uçak yolculuğunun sonunda Tanzanya topraklarına ayakbastım. Etrafıma baktığımda ilk gördüğüm, şaşkın bakışlarıyla bizi süzen siyah adamlardı. Onlar bana ne kadar farklı geliyorsa, ben de bir o kadar onlara farklı görünüyordum. Tanzanya’dan Zanzibar adasına kısa bir uçuşla vardık ve kendimizi otele attık. Hiç vakit kaybetm
eden sahile indik ve gördüğüm manzara karşısında bakakaldım. Mavinin türkuazından lacivertine her tonuna boyanmış okyanus, karla örtülmüş bir sahil havasında bembeyaz kumlar, sahilin hemen arkasında kalan gür ağaçlı yemyeşil küçük bir ormancık, denizde nazlı nazlı salınan güzelim yelkenler ve kumda rengârenk takılarından elbisesine her türlü hediyelik eşyayı satan zenciler… O sıcacık suda yüzüp, güneşin tadını çıkarmak… Kulağında müziğin, elinde ananas suyun ve gözünde güneş gözlükleriyle manzaraya karşı uzanmak… Hele akşama doğru o güneş batışı… Son derece huzurlu ve muhteşem bir manzara… Afrika güneşi bulutların ardından çıkmış, harika bir turuncu rengiyle parıldıyordu. Önünden siyah bir kuş sürüsü geçiyor ve deniz tüm gün dalgalarla mücadele verdikten sonra, kusursuz bir örtü şeklinde önümüzde uzanıyordu. Kumsalda zenci gençler futbol maçı yaparken küçük beyaz elbiseli zenci kızlar oyun olarak ipe naylon bağlayıp uçurtma gibi naylonu uçuruyor, iki sevgili manzaranın tadını çıkararak kumsalda yürüyordu. Ve güneş ateş kırmızısına bürünerek bir Afrika gününe daha veda ediyor.

   Sonra ki gün, çok ilginç bir deneyim daha yaşıyorum: Hint okyanusuna şnorkelle dalmak… ve gördüklerim karşısında büyülenmek… Bin bir farklı renkte ve türde canlılar… Bunlara balık demek haksızlık olur, çünkü daha önce yediğim ya da gördüğüm hiçbir balık gibi tekdüze görünmüyorlar. Sanki ressam elinden, sulu boya darbeleriyle boyanmışçasına güzeller. Kırmızı zarif bir balık salına salına önümden geçiyor, hemen altımdan yeşil pullu irice bir balık, mavi, sarı çizgili iki balığın ardından yüzüyor.
 Küçük, pembemsi renkte bir balık grubu altımdaki mercanlarda gözden kaybolurken, yolunu kaybetmiş siyah benekli beyaz bir balık burnuma çarpıyor. Kocaman kırmızı bir denizyıldızının daha üstünden geçtikten sonra biraz daha yüzüyorum ve ilginç bir olaya tanıklık ediyorum: Yüzlerce balık suyun içinde heykel gibi duruyor. Yanlarına gidiyorum ama hala hareketsizler. Biraz ürkütücü bir manzara. Korkudan taş kesilmiş gibi duran balıkların gizemini biraz sonra gelen kocaman bir baracuda(büyük, yırtıcı balık türü) açıklıyor. Baracudanın hiç zorlanmadan ağzını açıp on balığı aynı anda mideye indirişini seyrediyorum. Ve sonunda yüzeye çıkıyorum…
    Sonraki gün Jozani ormanı ve başkent Stonetown’a gidiyoruz. Jozani, upuzun palmiye ağaçlarıyla, kuş cıvıltıları ve egzotik kokularıyla bizi fethediyor. Hele tam tepemizden atlayan maymunlar, bizi çok eğlendiriyor. Bir anne maymun yavrusunu kucağında taşırken, iki maymun elimizdeki yemeklere atılıyorlar. Küçük, haylaz bir maymun elimdeki meyveyi bir hamlede kapıyor. Öğleye doğru, bu yeşil cenneti arkamızda bırakıp şehre doğru yol alıyoruz. Stonetown; farklı baharat kokularıyla donatılmış daracık sokakları, balkonlarından pembe begonvilleri sarkan taş evleri, yollarında başında sepetle dolaşan kadınları, ellerinde çiçek ve meyve satan neşeli kız çocukları, her köşe başında resim tabloları, maskelerle dolup taşan dükkanları, balık pazarları, karşı karşıya durmuş kilise ve camisiyle, şarkı söyleyerek dolaşan insanlarıyla kir pas içerisinde fakat ruhu olan bir şehir. Sokaklarında geçmişin izlerini taşıyor…  Ve üzülerek son gecemize geliyoruz. Katıldığımız full moon partisi maceramıza noktayı koyuyor. Bu full moon partisi, adından da anlaşıldığı gibi ayda sadece bir kez, dolunayın çıktığı gecelerde yapılıyor. Gece tam bir curcuna! Rengârenk kıyafetleriyle insanlar dans ediyor, zenciler şarkı söylerken bardaki adamlar bardaklara vurarak ritim yapıyor, masadaki zenciler elleriyle, garsonlar ayaklarıyla yere vurarak ritme katılıyor, önümüzde küçücük çocuklar parendeler atıyor ve yanlarında da kızlar oradan oraya uçarcasına dans ediyor. Onlarda öyle bir enerji var ki, onların akışına kapılmamak mümkün değil. Onlara bir kere katıldın mı, kendini ya şarkıcıyla şarkı söylerken ya da pistte çılgınlar gibi dans ederken buluyorsun. Gecenin sonundaki havai fişek gösterisi ayrı bir tat katıyor partiye. Ve böylece son gecemizi de harika bir şekilde sonlandırıyoruz ve kaçınılmaz sabaha uyanıyoruz: Cennete veda edeceğimiz güne… Ama Afrika bizi son bir sürprizle daha şaşırtıyor; sahile iniyoruz ve o da ne! Deniz yok! Büyük bir gelgit olmuş. Deniz o kadar uzağa çekilmiş ki, geriye kalan büyük bir kum yığını, yosunlar, karaya oturmuş tekneler ve ürkmüş yengeçler… Deniz öğleye doğru geri geliyor ve Hint okyanusunun sonsuz güzelliğinde bir kez daha kayboluyoruz. Okyanusun içindeyken o an İstanbul’da kışın, soğuğun, karın olduğu gerçeği bana o kadar yabancı geliyor ki… Sudan çıkıyorum ve kıyıya oturup etrafımdaki manzarayı zihnime kaydediyorum. Sanki masal kitaplarından fırlamış gibi… Kıyıya coşkuyla çarpan dalgalar, biraz ileride denizde neşeyle zıplayan yunuslar, yanımdan kahkalarla gülerek koşan çocuklar, etrafımı saran palmiyeler ve kulağımdaki müzik… Hepsi bir uyum içerisinde… Cenneti bırakmak istemiyorum… Önümde uzanan 8 saatlik geri dönüş yolculuğu, beni bekleyen bir yığın ödev, kalın kazaklar ve erken uyanacağım günler gözümde çok büyüyor. Ama her gidişin bir dönüşü vardır ve bende sonunda evime dönüyorum.
     Zanzibar’ı düşündüğümde;

 İstedikleri yere gitmek için bisiklet kullanan, eğlence olarak şarkı söyleyip dans eden, her gittiğimiz yerde bizi gülümseyerek “jambo”(swahili dilinde merhaba) sözleriyle karşılayan kara yüzleri aklıma geliyor. O yoksulluğun içinde, tüm zor şartlarına rağmen hayata gülümsemeyi başarabilmiş onlar. Mutlu olmak için son model bilgisayarlara, televizyonlara, telefonlara ihtiyaç duymuyorlar. Eğer akşam uyuyabilecekleri bir evleri, yiyebilecekleri bir ananas bir ekmekleri, basit bir işleri, sarılıp öpebilecekleri bir aileleri varsa ne mutlu onlara! Başka bir şeye ihtiyaç duymuyorlar çünkü… Canlarını sıkan bir şey olduğunda, diyecekleri tek bir şey var: Hakuna Matata! Boşveeerrr gitsin…

                                                                                                                                  HAYALPEREST

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder