"One story ends, the other one starts."
Today I just said that to my friend from my erasmus semester. Before I came to the Netherlands, I was thinking that I will definitely have an amazing semester full of parties, beers and dancing all night. We all know Erasmus means parties, for many people. (okay, I don't deny it is a lie). However, the fact I have never consider is that I really met extraordinary people in Tlburg, my lovely Dutch city. I knew I will have friends, but didn't think that much deep feelings or strong bonds. I mean, of course, there is an important part of Erasmus which consists of parties but still, it is much more than it. One of the worst feelings is saying goodbye to your friends and watching the train to leave in a fullmoon (true story). Let me start:
First of all, it is one of the biggest challenges you can have ever lived. Who knows I can cook "mercimek" or eggplant? I had pretty dreams about my exchange year before I came here, but it was...just beyond my dreams. There were some regular things I loved to do, and if we think that I literally hate doing same things or protesting regularity, it was a different kind of growth for me. For example, I drink wine in every week with Alice (Prague) and made incredibly deep conversations starting from the origin of universe until the questioning of the rooted beliefs. We both feel the concept of "broaden the horizons" at heart haha! Moreover, we cook with Maca (Chile) and Diogo (Portugal) in every week in company with funny videos, daily talks and lots of giggles! I cannot ever forget any single moment spending with them. Oh, espeacially the day we went to Bohemian Rhapsody while singing we will rock you aloud! What else, here my lovely Korean friends who will be always remembered! (Yejin and Soo -she knows her name means water in turkish). They were the excellent chefs who made delicious Korean foods, and loved trying turkish foods like Mantı. I was telling their fortune in english with my turkish coffee cups, and they admired and truly believed whatever I told them. I hope I could see their fortune for real. There were many great people that I cannot finish the list. All the people coming from all over the world meet in this small Dutch city. I have friends from Aruba to Colombia, from South Korea to Thailand or from Switzerland to Indonesia. I feel like all the pieces of the puzzle come together and form a colorful mosaic. It felt, touching the rainbow.
Exchange means breaking all the stereotypes you have, and replacing them with actual truths. Yes, there are great differences between Chinese, Japanese and South Korean people! No, Portugal and Spain are not the same country. And definetely yes, Cappadocia is not the capital of Turkey! In the beginning of your exchange semester, you ask many questions starting with "but Germans are...Chinese always...Brazilians never...". During the time, you hear lots of "it DEPENDS!" and realize that you cannot generalize one color to all. I have a German friend who hates beer, a French friend who actually speaks english and a South Korean friend prefers to be alone instead of being with many people. Just, do not generalize people. In the end, we all know that one size does not fit all.
I realized that we are more similar than we thought. We share universal emotions such as love for commitment, sadness for separation and anger for discrimination. It doesn't matter which continent you live, the only important thing is genuine empathy and mutual understanding. You can always think that there will be always language or cultural barrier, but in fact, it is not. We all get through hard challenges, miss our homes and feel lonely sometimes. "We are only human after all". In the end, you just teach them how to dance the halay and some of them think it is sufi whirling!
One of the best things I have ever made is biking from the Netherlands to Belgium border! I stayed up until the morning for Halloween in Amsterdam, or stuck in a train like a thriller movie. After all, I love you all guys. Thank you for all the memories we made together, and the laughs we shared.
Like Jack Kerouac said, "All of life is a foreign country."
22 Aralık 2018 Cumartesi
15 Aralık 2018 Cumartesi
Cam Fanus
Bundan birkaç sene önce bir film izlemiştim, beni derinden etkilemişti. Bu denli büyük etki yapan bir Tibette Yedi Yıl bir de Interstellar var sanırım. Koskoca bir okyanusun en derinlerinde saklı bir inci tanesi gibi, bulmak için aramanız gereken türden bir film: The Man from Earth. Türkçeye Dünyalı olarak çevrilmiş. Şu an bir film eleştirisi yazmak istemiyorum, daha ziyade tek kişilik bir tartışma olsun: Kendi iç dünyamızla bir fincan kahve eşliğinde konuşalım.
John Oldman, son derece bilge bir üniversite hocası. Antropoloji, tarih ve dinler konusunda sahip olduğu sınırsız bilgi birikimi, yalnızca öğrenmeye aç bir adamın iç yansıması mı? Birkaç sene önce izlediğim film, John'un üniversiteden ayrılmadan önceki son gecesinde arkadaşları ile oturup yaptığı derin sohbet üzerine kuruluydu. Bugün şans eseri bu filmin bir ikincisini çektiklerini öğrendim, hemen izledim: The Man from Earth: Holocene. Çok fazla yöne gitmeye açık bir filmdi, ikincisini de olası perspektiflerden biri doğrultusunda çekmişler. Eğer yeterince açık fikirliyseniz, eleştirel düşünebiliyor ve sorguluyorsanız, bence keyif alacağınız bir film. Ve şimdi, film eleştirisi kısmını geçip asıl noktaya geliyorum.
Var olan fikirler mi, kendi yarattığımız gerçeklik mi inançlarımızın temelini oluşturuyor? Kime inanıyoruz, niye inanıyoruz ve bir dakika, gerçekten nedenlere ve sorulara ihtiyaç duyuyor muyuz? Belki de sadece kalbimizde hissettiğimiz güçlü ama kanıtlanamayan bir histir inanç. (Contact, 1997)
Gökkuşağında yedi renk vardır, birbirinden görkemli. Bir o kadar farklı, bir bu kadar ihtişamlı. Ancak, her ne kadar farklı olsalar da, tüm renkler aynı kaynaktan çıkıp gene aynı kaynağa dönerler. Bir yelpaze misali rengarenk yansıyan kültürler, ne kadar farklı görünsek de hepimizin bir noktada buluştuğunu göstermez mi? Dinler, aynı hikayeyi anlatan farklı kalemlerdir. Gelenekler ve adetler, aslında bizi toplumumuza bağlayan elementlerdir. Farklı dilleri konuşsak da aynı duyguları hissederiz. Bombay'da yüzlerce bebek içinde dünyaya gözlerini açan bir bebek, Kenya'nın dünyadan gizli kalmış bir kabilesinde ilk kez ağlayan bir bebek ya da Hong Kong'da bir gökdelende dünyaya gelen sürpriz bir bebek... Her ne kadar farklı bir yaşamın ilk adımını atsalar da, annenin bebeğini kucağına aldığı ilk an yaşadığı duygu evrenseldir. Çünkü, sevgili dostlar, sevgi evrenseldir.
İçinde yaşadığımız toplum, bize bolca mavi ve seyrekleşmiş yeşil dünyaya karşı bir perspektif verir. Öğrendiğimiz din, konuştuğumuz dil ve sosyal normlar, nasıl düşünmemiz ve neye inanmamız gerektiğini çizer. Ancak bu çizgilerin dışına çıkıp ufkumuzu genişlettiğimiz zaman dışarıda yatan bambaşka bir gerçeklik ile tanışırız. Çoğumuz inandığı gerçekliğe sımsıkı tutunur, kendi çizgileri içinde yaşar ve sorgulamadan hayatının silikleşmesine izin verir.
Ne çok okuyan, ne de çok gezen bilir: En çok deneyimleyen, açık görüşlülüğü benimseyen ve çizgileri aşmaktan korkmayanlar bilir. Peki ya dışarıda yatan gerçekliği öğrenebilseydik? Bugüne kadar yaşadığınız çizgileri silecek kadar güçlü bir bilgi ise? Ya bu bilgi, hayatınız boyunca yaşadığınız camdan fanusu kıracak kadar güçlüyse? Ve işte asıl soru, John Oldman ile yaptığınız tek bir sohbetin hayatınızı tepetaklak edeceğinizi bilseniz bile, o adımı atar ve konuşur muydunuz? Dinler miydiniz tüm kalbinizle? Açar mıydınız zihninizi sınır tanımadan? Ve evet, inanmaya, kalıplaşmış düşünceleri yıkmaya ve yerine yenilerini kurmaya cüret eder miydiniz?
John Oldman bir kurgu karakteri olsa da, aslında zihnimizde yeni fikirler yetiştiriyor. The Man From Earth, insanların kendi inançlarını terk etmekten ne kadar korktuğunu ve yeni fikirlere açık olmakta ne kadar zorlandığını gösteriyor. Kabullenmek, zor bir kelime. İkinci film ise, yeterince cesur olup bu bilgiye inanmayı seçenlerin gerçeklik ile başa çıkışlarını vurguluyor.
Ve bazen, sadece zihnini yeni fikirlere açar ve dünyayı farklı bir gözle görmeyi denersin. Çünkü, "Sorgulanmamış yaşam, yaşam değildir." -Socrates
John Oldman, son derece bilge bir üniversite hocası. Antropoloji, tarih ve dinler konusunda sahip olduğu sınırsız bilgi birikimi, yalnızca öğrenmeye aç bir adamın iç yansıması mı? Birkaç sene önce izlediğim film, John'un üniversiteden ayrılmadan önceki son gecesinde arkadaşları ile oturup yaptığı derin sohbet üzerine kuruluydu. Bugün şans eseri bu filmin bir ikincisini çektiklerini öğrendim, hemen izledim: The Man from Earth: Holocene. Çok fazla yöne gitmeye açık bir filmdi, ikincisini de olası perspektiflerden biri doğrultusunda çekmişler. Eğer yeterince açık fikirliyseniz, eleştirel düşünebiliyor ve sorguluyorsanız, bence keyif alacağınız bir film. Ve şimdi, film eleştirisi kısmını geçip asıl noktaya geliyorum.
Var olan fikirler mi, kendi yarattığımız gerçeklik mi inançlarımızın temelini oluşturuyor? Kime inanıyoruz, niye inanıyoruz ve bir dakika, gerçekten nedenlere ve sorulara ihtiyaç duyuyor muyuz? Belki de sadece kalbimizde hissettiğimiz güçlü ama kanıtlanamayan bir histir inanç. (Contact, 1997)
Gökkuşağında yedi renk vardır, birbirinden görkemli. Bir o kadar farklı, bir bu kadar ihtişamlı. Ancak, her ne kadar farklı olsalar da, tüm renkler aynı kaynaktan çıkıp gene aynı kaynağa dönerler. Bir yelpaze misali rengarenk yansıyan kültürler, ne kadar farklı görünsek de hepimizin bir noktada buluştuğunu göstermez mi? Dinler, aynı hikayeyi anlatan farklı kalemlerdir. Gelenekler ve adetler, aslında bizi toplumumuza bağlayan elementlerdir. Farklı dilleri konuşsak da aynı duyguları hissederiz. Bombay'da yüzlerce bebek içinde dünyaya gözlerini açan bir bebek, Kenya'nın dünyadan gizli kalmış bir kabilesinde ilk kez ağlayan bir bebek ya da Hong Kong'da bir gökdelende dünyaya gelen sürpriz bir bebek... Her ne kadar farklı bir yaşamın ilk adımını atsalar da, annenin bebeğini kucağına aldığı ilk an yaşadığı duygu evrenseldir. Çünkü, sevgili dostlar, sevgi evrenseldir.
İçinde yaşadığımız toplum, bize bolca mavi ve seyrekleşmiş yeşil dünyaya karşı bir perspektif verir. Öğrendiğimiz din, konuştuğumuz dil ve sosyal normlar, nasıl düşünmemiz ve neye inanmamız gerektiğini çizer. Ancak bu çizgilerin dışına çıkıp ufkumuzu genişlettiğimiz zaman dışarıda yatan bambaşka bir gerçeklik ile tanışırız. Çoğumuz inandığı gerçekliğe sımsıkı tutunur, kendi çizgileri içinde yaşar ve sorgulamadan hayatının silikleşmesine izin verir.
Ne çok okuyan, ne de çok gezen bilir: En çok deneyimleyen, açık görüşlülüğü benimseyen ve çizgileri aşmaktan korkmayanlar bilir. Peki ya dışarıda yatan gerçekliği öğrenebilseydik? Bugüne kadar yaşadığınız çizgileri silecek kadar güçlü bir bilgi ise? Ya bu bilgi, hayatınız boyunca yaşadığınız camdan fanusu kıracak kadar güçlüyse? Ve işte asıl soru, John Oldman ile yaptığınız tek bir sohbetin hayatınızı tepetaklak edeceğinizi bilseniz bile, o adımı atar ve konuşur muydunuz? Dinler miydiniz tüm kalbinizle? Açar mıydınız zihninizi sınır tanımadan? Ve evet, inanmaya, kalıplaşmış düşünceleri yıkmaya ve yerine yenilerini kurmaya cüret eder miydiniz?
John Oldman bir kurgu karakteri olsa da, aslında zihnimizde yeni fikirler yetiştiriyor. The Man From Earth, insanların kendi inançlarını terk etmekten ne kadar korktuğunu ve yeni fikirlere açık olmakta ne kadar zorlandığını gösteriyor. Kabullenmek, zor bir kelime. İkinci film ise, yeterince cesur olup bu bilgiye inanmayı seçenlerin gerçeklik ile başa çıkışlarını vurguluyor.
Ve bazen, sadece zihnini yeni fikirlere açar ve dünyayı farklı bir gözle görmeyi denersin. Çünkü, "Sorgulanmamış yaşam, yaşam değildir." -Socrates
9 Aralık 2018 Pazar
Konfor Çemberi
Konfor alanı: Psikolojik olarak kendimizi tanıdık, yakın ve güvende hissettiğimiz çember. Etrafımız sıcacık, güvenli bir çemberle sarılmışken, o çemberi kırıp buz gibi gerçekliğe adım atmak cesaret gerektirir. Pek çoğu, hayatlarını daracık bir çemberde kalarak geçirir. Ancak öyle bir zaman gelir ki, o çemberin dışına atmamız gerekir kendimizi.
Geceler de karanlık ve serindir, ancak çekici ve gizemli bir güzelliği vardır. Eğer hep gün ışığında kalsaydık, gecenin gizemli vaat edici güzelliğiyle tanışamazdık.
Merak, cesaret ve özgüven. Bu üç dostunu kalbinin merkezine koy, çemberi kır ve değişime açık ol. Bırak hayatına yeni yüzler girsin, yüzün yeni yerler görsün, yerler yeni deneyimleri kucaklasın. Bırak, dönüşüm başlasın. İçindeki kelebek, uyan ve kanatlarını aç. Uç, özgürce uç. Çemberden kurtul ve özgür bir kelebek misali, farklı değişimlere uç. Her küçük değişim parçası, dönüşümünün bir parçası. Ve sen, uçacak ve yeni yapraklarda kendini bulacaksın. Ve sen, özgür bir kelebeksin. Çemberin seni hapsetmesine izin verme. Kır, uç ve deneyimle.
Geceler de karanlık ve serindir, ancak çekici ve gizemli bir güzelliği vardır. Eğer hep gün ışığında kalsaydık, gecenin gizemli vaat edici güzelliğiyle tanışamazdık.
Merak, cesaret ve özgüven. Bu üç dostunu kalbinin merkezine koy, çemberi kır ve değişime açık ol. Bırak hayatına yeni yüzler girsin, yüzün yeni yerler görsün, yerler yeni deneyimleri kucaklasın. Bırak, dönüşüm başlasın. İçindeki kelebek, uyan ve kanatlarını aç. Uç, özgürce uç. Çemberden kurtul ve özgür bir kelebek misali, farklı değişimlere uç. Her küçük değişim parçası, dönüşümünün bir parçası. Ve sen, uçacak ve yeni yapraklarda kendini bulacaksın. Ve sen, özgür bir kelebeksin. Çemberin seni hapsetmesine izin verme. Kır, uç ve deneyimle.
10 Kasım 2018 Cumartesi
Merak ile bir Vals
Merak denilen his o kadar tehlikeli, çekici ve bir o kadar da heyecan verici ki. Sanki incecik bir ipte yürümek gibi, düşme riskine rağmen dayanılmaz bir yürüme isteği geçiyor içinden. Sonu kötü bitse de denemek, acıtsa da hissetmek istiyor insan. Benim için merakın karşı konulamaz bir cazibesi var.
Merak, deneyimdir.
Deneyim, risktir.
Risk, yaşamdır.
Ve yaşam, yeniden tehlikeli bir meraktır.
Hayatın ince baharatlarını denemeden rutin kurbanlarından biri olmak, sizce de bir tür ölüm değil mi? Aynı kelimesi, içimde bir ürperti yaratıyor. Heyecanlı tesadüflerden ırak, aynılığın içine hapsolmak, bir tür canlı işkence. Ve en kötüsü de, farkındalık denilen uyanışa sahip olmadan sonsuz bir bilinçli uykuda kalmak.
Merak, yeni insanlar tanıtır sana. O insanlar, farklı geçitler sunar hayata. Geçitlerden seçimlere, aynılıktan benzersizliğe yürürsün meraklı adımlarla.
Merak, eşsiz bir histir. Sonu pişmanlıkla da bitebilir, kocaman bir memnuniyet ile de. Cesaret gerektirir, uçurumdan atlamak gibi. Sonunda paraşütün olacağını bilmeden, atlar mısın dipsiz sonsuzluğa?
Ve merak, müziğin ritmiyle salınan iki bedenin valsini izlemek gibiydi. Bazen de hızla giden motorda yüzünü yalayıp geçen rüzgardı. Kalbinin hızla atmasına sebep olan, tutkunun adrenalinle dansıydı.
Ah, sen çok tehlikeli bir hissin... Uzak durmam gerek, ama elimde değil, fazla çekicisin. Sensizlik, hayatta en zevk aldığım renge veda etmek demek. Dengeli olacağına söz verirsen, seninle bir vals yapmaya varım.
Merak, deneyimdir.
Deneyim, risktir.
Risk, yaşamdır.
Ve yaşam, yeniden tehlikeli bir meraktır.
Hayatın ince baharatlarını denemeden rutin kurbanlarından biri olmak, sizce de bir tür ölüm değil mi? Aynı kelimesi, içimde bir ürperti yaratıyor. Heyecanlı tesadüflerden ırak, aynılığın içine hapsolmak, bir tür canlı işkence. Ve en kötüsü de, farkındalık denilen uyanışa sahip olmadan sonsuz bir bilinçli uykuda kalmak.
Merak, yeni insanlar tanıtır sana. O insanlar, farklı geçitler sunar hayata. Geçitlerden seçimlere, aynılıktan benzersizliğe yürürsün meraklı adımlarla.
Merak, eşsiz bir histir. Sonu pişmanlıkla da bitebilir, kocaman bir memnuniyet ile de. Cesaret gerektirir, uçurumdan atlamak gibi. Sonunda paraşütün olacağını bilmeden, atlar mısın dipsiz sonsuzluğa?
Ve merak, müziğin ritmiyle salınan iki bedenin valsini izlemek gibiydi. Bazen de hızla giden motorda yüzünü yalayıp geçen rüzgardı. Kalbinin hızla atmasına sebep olan, tutkunun adrenalinle dansıydı.
Ah, sen çok tehlikeli bir hissin... Uzak durmam gerek, ama elimde değil, fazla çekicisin. Sensizlik, hayatta en zevk aldığım renge veda etmek demek. Dengeli olacağına söz verirsen, seninle bir vals yapmaya varım.
30 Ekim 2018 Salı
Serotonin Sarhoşu
ve bazen, sadece tek bir an, sonsuzluğa uzanan minik bir yağmur damlasında, bir müziğe rastlıyorsun. Enstrümanlar öylesine güzel bir harmoni oluşturuyor ki, sen de bir parçası oluyorsun.
Parça.
Bütün.
Hepimiz büyük bir bütünün kayıp parçaları mıyız,
yoksa biz miyiz bir bütün, ve geri kalanlar benliğimizden kopan parçalar..?
Müziğin büyüsü, gizemi, maneviyatı ve spiritüalliği. Notaları kelimelerle anlatabilir misiniz? Hiç duymamış birine nasıl müziği anlatırsınız? Belki de hisler. Evet, hislerden bahsederim.
Bir nevi sevgi, ama büyük olanlardan. Hani emin olmadığımız sevgi türleri vardır ya, papatyalardan kopan yapraklara güveniriz bir hissi tanımlamak için. Müzik için aldığım nefes, notalarla eş değer atan kalbim ve serotonin sarhoşu hislerim... Evet, bence buna güvenebilirsiniz sevgili ruhuyla işiten insanlar. 💮
ne egoist bir yaklaşımdır, bir müziği tanımlama çabası.
Müzik seni seçer,
sana dokunur,
özüne iner,
benliğinde bir keşiftir;
sonu olmayan bir döngü.
Parça.
Bütün.
Hepimiz büyük bir bütünün kayıp parçaları mıyız,
yoksa biz miyiz bir bütün, ve geri kalanlar benliğimizden kopan parçalar..?
Müziğin büyüsü, gizemi, maneviyatı ve spiritüalliği. Notaları kelimelerle anlatabilir misiniz? Hiç duymamış birine nasıl müziği anlatırsınız? Belki de hisler. Evet, hislerden bahsederim.
Bir nevi sevgi, ama büyük olanlardan. Hani emin olmadığımız sevgi türleri vardır ya, papatyalardan kopan yapraklara güveniriz bir hissi tanımlamak için. Müzik için aldığım nefes, notalarla eş değer atan kalbim ve serotonin sarhoşu hislerim... Evet, bence buna güvenebilirsiniz sevgili ruhuyla işiten insanlar. 💮
ne egoist bir yaklaşımdır, bir müziği tanımlama çabası.
Müzik seni seçer,
sana dokunur,
özüne iner,
benliğinde bir keşiftir;
sonu olmayan bir döngü.
Complicated Mass of Humanity
Then you'll you'll discover quite quickly how extraordinary a life was meant to be, could be
And it's, it's just we get so messy, it's not that we are doing lots of wrong things, our mind is so messy
We don't keep it simple
And we end up making the life that we are living, so in-ordinarily complicatedCompletely unnecessarily, and it's such a shame to end up feeling, in a real muddle, while actually, you ought to be having the time of your lives
It doesn't actually take very much to make the deepest part of us incredibly happy
You know?
Just to be here, just to appreciate
Appreciate being here
To feel that you're alive
To be in touch with your heart
That's it
That's it
It takes mindfulness to come to a human life
And then above that, it takes mindfulness and virtue, to come to a fortunate human life
Why can't we do it?
And yet the world is creaking under the strain of this in-ordinarily complicated mass of humanity and actually you know, it's really simple
Burgs-Mt. Wolf
11 Ekim 2018 Perşembe
2611 km
2611 km.
2611 km.
There I was, sitting on the roof of the worldThere I was, there I wasNot knowing how I got thereOr how to leaveEveryone says I was lucky to have got thereAs not many can
Truth be told I was savedBy the love, of a good manWho came and got meAnd brought me downFrom on up thereAnd I'd be lying if I didn't say
I missed it now and thenBut I have no wish to go back there
(Dido)
2611 km.
2 Ekim 2018 Salı
Özlem denilen boktan his
Özlem bazen çok boktan bir his. Dünyanın tüm pis, kokuşmuş ve kötü yanlarına karşı koymanın en etkili yolu, sevdiğinin sımsıkı sardığı kollarının arasında o sıcak sevgiye tutunmaktır aslında. O tanıdık kokusunu içine çekmek, derin sesini dinlemek ve kalp atışını hissetmek.
Bedenler birbirinden uzak kalsa da kalpler arasına mesafe girmez. Aynı anda atıp, aynı hissi mesafeler ötesinden yaşarlar.
Mantık ile duygu arasındaki ezeli rekabet; siz birbirinizin kayıp kardeşisiniz. Aynı hikayeyi farklı üsluplarla anlatıyorsunuz. Ne kadar zıt görünseniz de bir araya gelince mükemmel bir gri meydana getiriyorsunuz. Fakat, konuşma tarzınız, aldığınız kararlar, kişiliğiniz bir farklı görünüyor dışarıdan bakınca. Eh, bu da bir ön yargı işte. Kırılması gereken, bozuk bir yargı. Mantığı erkek, duyguyu kadın düşünürüz. Halbuki hiç bilmeyiz ne güçlü kadınlar vardır, duygularını bir kutuya kilitleyip en zorlu kararları mantığı ile alan. Ve hislerini öyle yoğun yaşayan adamlar vardır ki, kalbini açıp duygularını özgür bırakan. Mantık güçlüdür, duygu zayıf. Mantık gerçektir, duygu yalan. Mantık doğrudur, duygu yalan. Hep bu tarz kelimeleri yaşama saldılar, uçsun ve insanların içlerinde yer edinsinler diye. Bu yüzden erkekler duygularını sakladı, kadınlar mantıktan ırak olmakla yaftalandı. Gerçek ise bundan biraz farklıydı. Aslında mantık ile duygu, uzlaşmacı bir ilişkiye sahipti. Bu bir denge meselesi. Zaman gelir, duygularına kulak verirsin. Aşk nefreti alıp gelir, özlem güvensizliğe bakış atar. Zaman geçer, mantığı dinlersin. Kalbine kulak vermeden aldığın her karar, hayatına karanlık bulut olup çöker. Denge kurmak lazım. Her ikisi arasında ince bir ipten geçecek, riskli bir oyun oynayacaksın. Bir yöne fazla ilerlediğinde denge bozulacak, düşeceksin. Ortada kalmak lazım bazen. Ama, insanız, zayıfız, yapamayız.
Zor.
Çok zor.
Özlem boktan bir his.
İpin karanlık tarafına yürüdüm, ve düştüm.
Bedenler birbirinden uzak kalsa da kalpler arasına mesafe girmez. Aynı anda atıp, aynı hissi mesafeler ötesinden yaşarlar.
Mantık ile duygu arasındaki ezeli rekabet; siz birbirinizin kayıp kardeşisiniz. Aynı hikayeyi farklı üsluplarla anlatıyorsunuz. Ne kadar zıt görünseniz de bir araya gelince mükemmel bir gri meydana getiriyorsunuz. Fakat, konuşma tarzınız, aldığınız kararlar, kişiliğiniz bir farklı görünüyor dışarıdan bakınca. Eh, bu da bir ön yargı işte. Kırılması gereken, bozuk bir yargı. Mantığı erkek, duyguyu kadın düşünürüz. Halbuki hiç bilmeyiz ne güçlü kadınlar vardır, duygularını bir kutuya kilitleyip en zorlu kararları mantığı ile alan. Ve hislerini öyle yoğun yaşayan adamlar vardır ki, kalbini açıp duygularını özgür bırakan. Mantık güçlüdür, duygu zayıf. Mantık gerçektir, duygu yalan. Mantık doğrudur, duygu yalan. Hep bu tarz kelimeleri yaşama saldılar, uçsun ve insanların içlerinde yer edinsinler diye. Bu yüzden erkekler duygularını sakladı, kadınlar mantıktan ırak olmakla yaftalandı. Gerçek ise bundan biraz farklıydı. Aslında mantık ile duygu, uzlaşmacı bir ilişkiye sahipti. Bu bir denge meselesi. Zaman gelir, duygularına kulak verirsin. Aşk nefreti alıp gelir, özlem güvensizliğe bakış atar. Zaman geçer, mantığı dinlersin. Kalbine kulak vermeden aldığın her karar, hayatına karanlık bulut olup çöker. Denge kurmak lazım. Her ikisi arasında ince bir ipten geçecek, riskli bir oyun oynayacaksın. Bir yöne fazla ilerlediğinde denge bozulacak, düşeceksin. Ortada kalmak lazım bazen. Ama, insanız, zayıfız, yapamayız.
Zor.
Çok zor.
Özlem boktan bir his.
İpin karanlık tarafına yürüdüm, ve düştüm.
10 Eylül 2018 Pazartesi
R E A D
L I V E
L A U G H
S M I L E
T R A V E L
F O R G I V E
E X P E R I E N C E
R E M E M B E R
R E S P E C T
L I S T E N
S P E A K
L A U G H
T R A V E L
F O R G I V E
S A Y S O R R Y
S A Y T H A N K Y O U
S A Y I L O V E Y O U
E X P E R I E N C E
R E M E M B E R
E N J O Y
L E T I T G O
L E T I T B E
R E S P E C T
L I S T E N
S P E A K
L O O K
F E E L
W R I T E
L E A R N
23 Temmuz 2018 Pazartesi
Ceviz Ağacı
Başım köpük köpük bulut, içim dışım deniz,
ben bir ceviz ağacıyım Gülhane Parkı'nda,
budak budak, şerham şerham ihtiyar bir ceviz.
Ne sen bunun farkındasın, ne polis farkında.
Nazım Hikmet
Öz
Bu ara düşüncelerim, Virginia Satir'inkiler ile tanıştı. Kendisinin özlemler hakkında çok ilginç fikirleri var. Hepimiz evrensel özlemlere sahibiz. Bu özlemler, hayatımıza yön veren seçimlerin de temelini oluşturuyor aslında. Takdir edilmek, sevilmek, ait olmak ya da kabullenmek gibi herkesin derin özlemleri vardır. Benim asıl dikkatimi çeken fikri ise, sayısız insan arasından tek bir kişiyi kendimize eş ya da sevgili olarak seçiyoruz. O partnerde bizi çeken ise aslında özlemini çektiğimiz hissin, onun tarafından doyurulması.
Mesela küçük bir kız çocuğu hayal edin. Hep ağabeyinin gölgesi altında kalmış, başarıları hiç takdir edilmemiş ve var olduğunu gösterememiş bir kız çocuk. Büyüdüğünde en çok çektiği özlem, fark edilmek ve başarılarının takdir edilmesi olacaktır. Kendisine destekleyici bir koca seçmesi siz de çok olası değil mi? Babasından göremediği takdiri her daim yanında olup onun farkında olacak bir eş seçecektir.
Satir, öz'den bahseder. Hepimiz birbirine benzeyen, nefes alıp veren, düşünen ve hisseden bir insan topluluğuyuz. Bizi farklı kılan hayatı algılama biçimimiz, beklentilerimiz ve düşünce biçimimiz. Ancak her şeyin ötesinde, bizi biz yapan özümüzdür. Kendi potansiyelimizi fark etme çabası, içimizdeki gücü keşfe yolculuğu ve kendi yaşam enerjimize ulaşıp dengede kalabilmek.
Mesela küçük bir kız çocuğu hayal edin. Hep ağabeyinin gölgesi altında kalmış, başarıları hiç takdir edilmemiş ve var olduğunu gösterememiş bir kız çocuk. Büyüdüğünde en çok çektiği özlem, fark edilmek ve başarılarının takdir edilmesi olacaktır. Kendisine destekleyici bir koca seçmesi siz de çok olası değil mi? Babasından göremediği takdiri her daim yanında olup onun farkında olacak bir eş seçecektir.
Satir, öz'den bahseder. Hepimiz birbirine benzeyen, nefes alıp veren, düşünen ve hisseden bir insan topluluğuyuz. Bizi farklı kılan hayatı algılama biçimimiz, beklentilerimiz ve düşünce biçimimiz. Ancak her şeyin ötesinde, bizi biz yapan özümüzdür. Kendi potansiyelimizi fark etme çabası, içimizdeki gücü keşfe yolculuğu ve kendi yaşam enerjimize ulaşıp dengede kalabilmek.
"We must not allow other people's limited perceptions to define us."
18 Temmuz 2018 Çarşamba
Kuş Bakışı
"Yaşamak için bir nedenimiz olmalı; öğrenmek, keşfetmek, özgür olmak gibi" -Bach
Martılara her zaman imrenmişimdir. Doğanın sopranosu olmasalar da belli bir statü sahibi oldukları aşikar. Aksi takdirde nasıl kendi halinde takılan güvercinlerden, kuş toplumu tarafından pek sevilmeyen kargalara dek hepsine gür sesiyle hükmetsin? Martıların egosunu hep yüksek görmüşümdür. Kendi olduğu yerde baka bir kuşa fırsat tanımaz, insan ırkından kopardığı en ufak kırıntıyı bile paylaşmaz. Biraz da narsist bir tarafları var bence. Vapurların yanında nasıl da uçarlar, her bir insanın hayranlık dolu bakışları altında. N'apsınlar, onlar da beğenildiklerini hissediyorlardır. Ne bir şirin serçe ne de evcimen bir güvercin yarışabilir onların kendinden emin uçuşuna. Ondan mıdır acaba kargalar fabllarda aptal tasvir edilirken martılara en ikonik kahraman Jonathan'ı vermiş edebiyatımız.
Bu kendinden emin, hür ve zarif yaratıkların tek sevdasıdır özgür semalarda kanat çırpmak. Bir kuş, yalnızca balık avlamak ve sürüde bir iz olmak için mi vardır? Bir martı, yalnızca uçmak ve daha ötesine uçak için mi var olmuştur? Hepimiz umutsuzca bir anlam arayışındayız, martıların var oluşu tek bir sözcükle sınırlanabilir mi?Bana sorarsanız bu hür ruhlar da bir anlam arayışındalar; bizim anlayamadığımız bir farkındalık düzeyinde. Bir yavru, dünyaya geldiği zaman öğrenmesi gerekir kendi kanatlarının işlevini. İlk önce dener, daha sonra hata yapar, biraz daha hata yapar. Düşer, kalkar, gene düşer. Kanatlar, kendisini göğe taşımadan yere atar. Ondan sonra keşfeder; kendi içindeki özgür ruh ancak kanatlarla hayat bulur. Gökyüzünün tonlarını keşfeder, rüzgarın tüylerinden geçişini hisseder, suyun dokusunu fark eder. Ve en sonunda, özgürlüğün tuzlu tadını alır. Bir martı, esir olamaz. Esaret yoktur kaderinde. Kanatlarını var gücüyle çırpmak, havalanmak ve kuş bakışı altında akan yaşama bakmaktır onun özgürlüğü.
Bir martı koyun ruhunuza. Öğrensin, çeşit çeşit deneyimi. Keşfetsin, her bir duyguyu. Ve özgürlüğe uçsun, hayatın uçsuz bucaksız semalarında.
13 Temmuz 2018 Cuma
Kanatsız uçmaya çabalayan.
Tek kanadı olmayan kuşlar yalpalayarak yürürlermiş. Hayata kanatlarıyla tutunur, bir tek onlara güvenirlermiş. Siz en güvendikleri kanatlarını elinden alırsanız, geriye yarım bir varlık kalmaz mı?
Kalbimin bir kanadı koptu. Artık ben de görmeden bakan, dinlemeden duyan ve hissetmeden dokunan yarım bir varlığım. İnsan unutuyor, aşk affediyor ama kanatsız kalpler bir daha uçamıyor.
Yeri geldi, saf dediler. Günü geldi, fazla iyimser dendi. Kolay güveniyorsun, üzerler seni. Hızlı sevme, tanımadan etme. İyiler değildir bu dünyanın zirvesindekiler, sen de çakılırsın gülerken. Bir cümle dedim, kime güveneceğimi iyi seçerim, bu cümlenin gölgesine sığındım acı gerçeğin güneşi tenimi yakarken.
Pusulası bozulan, yön duygusunu kaybetmiş bir yolcuyum. İnandığım doğrular siyaha boğuldu. Ben kendi ormanımda yeşil bir kaşifken, artık hedefsiz bir kanatsız kuşum.
Kalp krizi, doğru bilinen yanlış duygulardan da olurmuş, fark ettim. Öfke hissetmem gerekiyor, ancak hayallerimin kırıkları batıyor acımasızca. Nefretle tanışmayı beklerken, kızıl aşkın derin kökleri bu duyguya engel oluyor. Tenimin alışık olduğu göz yaşları, bu defa kurumuş pınarlarımda canlanmıyor. Kuruttular sizi de kurak hisler.
Kabus görürüz, uyanırız, sevdiğimizle konuşur ve unuturuz. Ve bazen de hiç uyanmadığımız kabuslar vardır, uyanmayı beklediğimiz. Rüyada olmadığımızı ilk ne zaman fark ederiz, biliyor musunuz? Bilinçaltımız saf bir pişmanlık duygusunu yaratacak kadar güçlü değil.
Zaman da yorulur, soluklanmaya ihtiyaç duyar bazen. Güzel anlar sonsuzluk üfler. Yelkovan durur aniden, iki uykusuz ruhun kenetlenmeye alışmış uzak elleri arasında.
Kim bilir, belki de tanımlardı bizi bir yerde bitiren. Toplumun çizdiği sınırlar arasında kalma çabası, çizgiyi aştığında kalbin kenarından düşülen dipsiz boşluk. Kaybetme korkusunun beslendiği boşluk.
Vadesi geçmiş bir itiraf, vicdana saplanmış bir sır ve pişmanlığa bürünmüş bakışlar. Parçalara bölünmüş bedenim. Kalbim, af hissini arıyor derinlerinde. Beynim, mantığın egemen olduğu topraklar. Ve ben, sevgili, bölünüyorum. Ben bir kanadı kırık kuşum, uçtuğum günleri hasretle hatırlayan. Kanatsız uçmaya çabalayan.
Kalbimin bir kanadı koptu. Artık ben de görmeden bakan, dinlemeden duyan ve hissetmeden dokunan yarım bir varlığım. İnsan unutuyor, aşk affediyor ama kanatsız kalpler bir daha uçamıyor.
Yeri geldi, saf dediler. Günü geldi, fazla iyimser dendi. Kolay güveniyorsun, üzerler seni. Hızlı sevme, tanımadan etme. İyiler değildir bu dünyanın zirvesindekiler, sen de çakılırsın gülerken. Bir cümle dedim, kime güveneceğimi iyi seçerim, bu cümlenin gölgesine sığındım acı gerçeğin güneşi tenimi yakarken.
Pusulası bozulan, yön duygusunu kaybetmiş bir yolcuyum. İnandığım doğrular siyaha boğuldu. Ben kendi ormanımda yeşil bir kaşifken, artık hedefsiz bir kanatsız kuşum.
Kalp krizi, doğru bilinen yanlış duygulardan da olurmuş, fark ettim. Öfke hissetmem gerekiyor, ancak hayallerimin kırıkları batıyor acımasızca. Nefretle tanışmayı beklerken, kızıl aşkın derin kökleri bu duyguya engel oluyor. Tenimin alışık olduğu göz yaşları, bu defa kurumuş pınarlarımda canlanmıyor. Kuruttular sizi de kurak hisler.
Kabus görürüz, uyanırız, sevdiğimizle konuşur ve unuturuz. Ve bazen de hiç uyanmadığımız kabuslar vardır, uyanmayı beklediğimiz. Rüyada olmadığımızı ilk ne zaman fark ederiz, biliyor musunuz? Bilinçaltımız saf bir pişmanlık duygusunu yaratacak kadar güçlü değil.
Zaman da yorulur, soluklanmaya ihtiyaç duyar bazen. Güzel anlar sonsuzluk üfler. Yelkovan durur aniden, iki uykusuz ruhun kenetlenmeye alışmış uzak elleri arasında.
Kim bilir, belki de tanımlardı bizi bir yerde bitiren. Toplumun çizdiği sınırlar arasında kalma çabası, çizgiyi aştığında kalbin kenarından düşülen dipsiz boşluk. Kaybetme korkusunun beslendiği boşluk.
Vadesi geçmiş bir itiraf, vicdana saplanmış bir sır ve pişmanlığa bürünmüş bakışlar. Parçalara bölünmüş bedenim. Kalbim, af hissini arıyor derinlerinde. Beynim, mantığın egemen olduğu topraklar. Ve ben, sevgili, bölünüyorum. Ben bir kanadı kırık kuşum, uçtuğum günleri hasretle hatırlayan. Kanatsız uçmaya çabalayan.
13 Haziran 2018 Çarşamba
Olasılıksız Tesadüfler
Gene düşmüş yolum Alsancak caddelerine. Bir
vapurdayım; gözümü açıp kapıyorum, Kızkulesi’nin yerini yeşil tonlu Ege
dalgaları almış. Karşıyaka bana göz kırpıyor, Alsancak’a yaklaşırken gençlik
anılarıma da varıyorum. Selam sana İlkler şehri!
Yanımda şimdiki zamandan bir dost, geçmişin
topraklarında yolumuzu buluyoruz. Her bir yüz ifadesi, rengi solmuş bir grafiti,
atların toynak sesi yahut Avrupai esinti anılarımda bir ürpertiye sebep oluyor. Ne tuhaf! Bu caddelerde son yürüyen ben, aslında ergenliğin
heyecanı ve saf toyluk dönemine ait bir kızdı. Şimdi ise, kendi ayakları
üzerinde durmaktan ziyade arada düşse de ellerini kanatarak kalkmayı bilen genç
bir kadın.
Sanki işsiz bir yılan balığı tenime hafifçe
dokundu. Sanki meraklı bir çocuk edasıyla bir prize parmağımı soktum. Sanki
kalbime delicesine şok yüklediler. Çünkü insan dene varlık olasılıksız bir durumla
karşılaştığında bedeni böyle bir tepki vermeyi seçer. Milyonlarca insan,
milyonlarca olasılık ve milyonlarca seçenek. Hepsinin kesişim noktası ise tam
şu an.
Bir insanla yollarınızı ayırdığınızda o kişi bir nevi
ölmüştür: Bir daha konuşmaz, haber almaz ya da buluşmazsınız. Ancak kalbinizde
öldürdüğünüz kişi karşınıza çıkarsa zombi görmüşe dönersiniz. Belki bu
yüzdendir aramızda geçen kısa soluklu sohbetin verdiği tatsız his. Söylenmemiş sözlerin ağırlığı, sezon
finali yapmış dizilerin yeni bölümü ve kitabın son sayfasının ardından gelen sürpriz
bir sayfa.
Anlam. Her olayın bir sebebi vardır. Kader.
Olasılıklara işlemeyen paslanmaz demir. Geçmiş. Tek bir itirafla yeni baştan
yoğrulmaya hazır bir hamur. Şimdi. İnandığımız gerçeklik. Gelecek. Tam bir
muamma. İnsanın anlam ve neden arayışıdır yaşam. Her bir olayı
nedenselleştirir, insanlara anlam yükler ve hislerimizi mantık çerçevesinde
yorumlarız. Ancak öyle bir an gelir ki, tek bir tesadüf, hayatın detaylarından
bile şüphe duymamıza yol açar. Tesadüf, bilinmezliktir. Tesadüf,
olasılıksızlığı olanaklı kılandır. Tesadüf, sorgulamadır.
4 Haziran 2018 Pazartesi
Her dönüş, biraz da gidişe bağlıdır.
Veda ne demekti,
Her anı bir daha içine çekmekti,
Hayattaki ince detayları,
doyasıya içmekti.
Her bir insanın yüzüne,
Bakışlarına,
Gülümsemesine,
İmalı sözlerine,
yeniden dikkat etmekti.
Fark etmekti;
Çorbanın tuzuna,
Günbatımındaki kızıla,
Serçenin sesine,
Kahkahanın tonuna.
Çaresizlikti,
Israrla anları elinden tutup,
asla bırakmama çabasıydı.
Aklım bir fotoğraf makinesi,
Her bir dakikayı çekiyor.
Ancak aslına bakarsanız,
fotoğraf uçar, his kalır.
Duygular kıyıya vurur,
kumsalda izini bırakır.
Ve tüm o geceye serpilmiş yıldızlar,
Göz kırparken,
Bir öpücüğün ardındaki iz gibi,
Kalbimde hisler,
eşsizce parlar.
Vedalar acıdır,
Gerçekle acabalar arasındaki silik iz,
birden belirginleşir.
Arkadaş dediklerin,
sıradan yabancılarken,
Gündelik insanlar,
aslında saklı bir dostmuş.
Veda etmek zordur,
Cesaret ister.
Gidene hüzün,
kalana zulüm.
Her gidişin bir dönüşü olsa da,
Her dönüş,
biraz da gidişe bağlıdır.
Söylenmemiş özürlere,
ve yarım kalmış cümlelere,
Vedalara bağlıdır.
Her anı bir daha içine çekmekti,
Hayattaki ince detayları,
doyasıya içmekti.
Her bir insanın yüzüne,
Bakışlarına,
Gülümsemesine,
İmalı sözlerine,
yeniden dikkat etmekti.
Fark etmekti;
Çorbanın tuzuna,
Günbatımındaki kızıla,
Serçenin sesine,
Kahkahanın tonuna.
Çaresizlikti,
Israrla anları elinden tutup,
asla bırakmama çabasıydı.
Aklım bir fotoğraf makinesi,
Her bir dakikayı çekiyor.
Ancak aslına bakarsanız,
fotoğraf uçar, his kalır.
Duygular kıyıya vurur,
kumsalda izini bırakır.
Ve tüm o geceye serpilmiş yıldızlar,
Göz kırparken,
Bir öpücüğün ardındaki iz gibi,
Kalbimde hisler,
eşsizce parlar.
Vedalar acıdır,
Gerçekle acabalar arasındaki silik iz,
birden belirginleşir.
Arkadaş dediklerin,
sıradan yabancılarken,
Gündelik insanlar,
aslında saklı bir dostmuş.
Veda etmek zordur,
Cesaret ister.
Gidene hüzün,
kalana zulüm.
Her gidişin bir dönüşü olsa da,
Her dönüş,
biraz da gidişe bağlıdır.
Söylenmemiş özürlere,
ve yarım kalmış cümlelere,
Vedalara bağlıdır.
2 Haziran 2018 Cumartesi
Mezuniyet Alanı Chapter 3
Aradan yıllar gelip geçiyor, insanlar geliyor, anılar geçiyor... Ancak benim Mezuniyet Alanı yazılarım geleneğini bozmadan hep yerinde kalıyor. Gür ormanın ardında kaybolmaya yüz tutmuş güneş, sadık yarim mavi kulaklıklarım ve sıcacık white mocha'm. İşte bu, mükemmel üçlü.
Yıl olmuş 2018, 8 sayısına olan düşkünlüğümden olabilir ama sanki bir güzel geldi bu sene. Aslında bu seneye ürkek bir adım atmıştım. Bu yıla hafif bir bakış atıp, ortalığı kolaçan edecektim. Eğer tatlı duruyorsa içeri girecek, yok hayır, hafif karanlıksa girmeyi reddecektim. Ne o, hep 2017'de yaşayamaz mıyım? Ben ne insanlar gördüm, hep geçmişte yaşayan. An nedir bilmeyen, zamanda kaybolmuş tiplerdi. Ancak ben öyle değilimdir, cesaretimi sırtıma yüklenir ve kalbim merakla çarparken yeni yıla balıklama atlarım. Özyeğin'in bana neler sunacağını nasıl olur da merak etmeyeyim, öyle değil mi?
2.sınıf zorlayıcı, mücadele gerektiren ve insanı yoran türden. Kütüphaneyi geceleri biz kapıyoruz, sabahları kahveyle ayakta duruyoruz ve beynim fazlasıyla yorulmuşken beyin hakkında ders görüyoruz. Ancak psikolojide 2.sınıf, uğruna savaşmaya değen bir sevgili gibi. Seni yoruyor, bazen de canından bezdiriyor. Ancak merak ediyorsun, onun hakkında her şeyi bilmek istiyorsun. Beraber geleceğiniz üzerine çok düşünüyor, fazlasıyla plan yapıyorsun. Her stajda onu daha yakından tanıyor, psikologlar ile yaptığın ilgi çekici konuşmalarda onun hakkında daha fazla bilgiye ulaşıyorsun: Psikologlarla yapılan bir stalk gibi. Ve o bitmek bilmeyen güzelim psikoloji kitapları var ya, işte en eğlenceli tarafı bu. Kelimelerin sana bir vizyon katacağını bilir miydin? Kitapların, yaşadığın hayatı tüm detaylarıyla ve güzel incelikleriyle gözler önüne sereceğini? İnsanları yargılamadan önce 3 defa düşünüyor, ilişkiler üzerine daha çok kafa yoruyorsun. Artık her bir davranışın, sahte gülümsemelerin ve anneden gördüğün sevginin, hayattaki anlamına sahipsin. Sevgili Üniversitem, bana farkındalık ve vizyon kattığın için teşekkür ederim.
Bir arkadaş, Boğaziçi'ne yüksek lisans başvurusu için gider. Not ortalaması üst düzey, kendine duyduğu güven şahane. Akademisyenler CV'sine bakar ve der ki: "Neden bu kadar yüksek bir ortalamaya sahipsin? Tüm üniversite hayatını sadece ders çalışarak mı harcadın?" Ve o arkadaş yüksek lisansa kabul edilemez.
(Experience çalmaya başladı, canım) Ve sen, sevgili ÖZÜ! Sevgili 2018 hayatına girerken bana eşlik eden sevgili güzel üniversitem! Bana kattığın güzel arkadaşlıklar, sosyal hayat ve en harika ekip olan YYK için teşekkür etmek istiyorum.
YYK ile organize ettiğimiz en korkunç Halloween partisi için, sıcak çikolatalı akustik geceleri için, Thales'te beraber oynadığımız tabular için ve beraber döneme beyazlar içinde veda ettiğimiz için;
Arkadaşlarımla dostlarımı aynı potada eritip "multifriendship" akımını başlattığım, beraber nice doğumgünleri kutlayıp Kadıköy'de en güzel anıları beraber paylaştığımız için;
Okulun ilk festivalinden tut, çeşitli konserlerde çılgınlarca dans ettiğim, ardarda içtiğim kokteyller için aptalca gülümsediğim, karaokelerde dostlarımla çılgınca şarkı söylediğim, arabada son ses müzik açıp "itlik" yaptığım, gecenin 4'ünde künefe yemeye gittiğim için;
Yepyeni macera dolu seyahatlerle Kocaelinde dostlara yapılan bir baskın için; Eskişehir'de öğrenci milletinin ele geçirdiği bu güzel şehre ayak basabildiğim için,
Bir projeye katılıp hayatlara dokunabildiğim ve tüm o annelerin, tüm o çocukların yüzünü gülümsettiğim için;
Nice kötü zamanlarda ıslak omuzlar, gandalf alıntılarıyla teselliler ve kalbe atılan dikişlerle karanlıkta bir mum gibi hissettirdiğin için;
Aşkın sadece alev alev yanan bir kıvılcımdan fazlası olduğunu, aslında aşk denilen hissin derin bir dostluk, bağlanma ve destekten oluştuğunu gösterdiğin için;
Teşekkür ederim.
Seneye Erasmus rüzgarı esecek, yeni ve bembeyaz bir sayfa ardına kadar açılacak. Heyecan, merak ve özlem birbirine dolandı. Geleceğe duyulan yaşanmamışlığın özlemi, ileride duyacağım derin hasretin gölgesi altında. Dün verdiğim veda gecesinde Özyeğin'in bana kattığı müthiş dostluklar masamdaydı. Arkadaş sandığım, bağımın yeterince güçlü olduğunu göremediğim sevgili yürekler... Meğersem ne kadar da yanılmışım. Birbirinden ayrı, farklı renkler bir masada gökkuşağı oluşturdular. Eğlence temalı olacağını sandığım gece, duygu merkezli oldu. Ağlayarak bana sarılanlar, "gitme!" diyenler ve sensizliğin eksikliğinden bahsedenler... Ne güzel dostluklar kurmuşum, haberim yokmuş. 2018 bana Özyeğin'den harika insanlar tanıştırdı, sevdim ve sevildim. Değer verdim, değer gördüm. Nice güzel kalplerde yer edindim.
Ve ben, şu an, 2018 tarihli ve 2.sınıf zamanlı bir günde, Mezuniyet alanında oturuyorum, pek sevdiğim ormana doğru. Ve gözlerden yiten güneş, kulağımda çalan Debussy ve yarısı bitik kahvemle. Güzel anılarda yaşıyor; güzel anıları yaşatıyorum. Bugün kendimi huzurlu hissettiğim canım Özü'mde bu satıları yazarken, seneye Hollanda esintili kelimeler hakim olacak. Ancak yeniden geleceğim, Mezuniyet Alanında oturacağım ve seneye gelişigüzel bir bakış atıp parmaklarımın geçmişe dokunmasına izin vereceğim.
"İyi ki" kaplı bir sene umuduyla...
02.06.2018
Yıl olmuş 2018, 8 sayısına olan düşkünlüğümden olabilir ama sanki bir güzel geldi bu sene. Aslında bu seneye ürkek bir adım atmıştım. Bu yıla hafif bir bakış atıp, ortalığı kolaçan edecektim. Eğer tatlı duruyorsa içeri girecek, yok hayır, hafif karanlıksa girmeyi reddecektim. Ne o, hep 2017'de yaşayamaz mıyım? Ben ne insanlar gördüm, hep geçmişte yaşayan. An nedir bilmeyen, zamanda kaybolmuş tiplerdi. Ancak ben öyle değilimdir, cesaretimi sırtıma yüklenir ve kalbim merakla çarparken yeni yıla balıklama atlarım. Özyeğin'in bana neler sunacağını nasıl olur da merak etmeyeyim, öyle değil mi?
2.sınıf zorlayıcı, mücadele gerektiren ve insanı yoran türden. Kütüphaneyi geceleri biz kapıyoruz, sabahları kahveyle ayakta duruyoruz ve beynim fazlasıyla yorulmuşken beyin hakkında ders görüyoruz. Ancak psikolojide 2.sınıf, uğruna savaşmaya değen bir sevgili gibi. Seni yoruyor, bazen de canından bezdiriyor. Ancak merak ediyorsun, onun hakkında her şeyi bilmek istiyorsun. Beraber geleceğiniz üzerine çok düşünüyor, fazlasıyla plan yapıyorsun. Her stajda onu daha yakından tanıyor, psikologlar ile yaptığın ilgi çekici konuşmalarda onun hakkında daha fazla bilgiye ulaşıyorsun: Psikologlarla yapılan bir stalk gibi. Ve o bitmek bilmeyen güzelim psikoloji kitapları var ya, işte en eğlenceli tarafı bu. Kelimelerin sana bir vizyon katacağını bilir miydin? Kitapların, yaşadığın hayatı tüm detaylarıyla ve güzel incelikleriyle gözler önüne sereceğini? İnsanları yargılamadan önce 3 defa düşünüyor, ilişkiler üzerine daha çok kafa yoruyorsun. Artık her bir davranışın, sahte gülümsemelerin ve anneden gördüğün sevginin, hayattaki anlamına sahipsin. Sevgili Üniversitem, bana farkındalık ve vizyon kattığın için teşekkür ederim.
Bir arkadaş, Boğaziçi'ne yüksek lisans başvurusu için gider. Not ortalaması üst düzey, kendine duyduğu güven şahane. Akademisyenler CV'sine bakar ve der ki: "Neden bu kadar yüksek bir ortalamaya sahipsin? Tüm üniversite hayatını sadece ders çalışarak mı harcadın?" Ve o arkadaş yüksek lisansa kabul edilemez.
(Experience çalmaya başladı, canım) Ve sen, sevgili ÖZÜ! Sevgili 2018 hayatına girerken bana eşlik eden sevgili güzel üniversitem! Bana kattığın güzel arkadaşlıklar, sosyal hayat ve en harika ekip olan YYK için teşekkür etmek istiyorum.
YYK ile organize ettiğimiz en korkunç Halloween partisi için, sıcak çikolatalı akustik geceleri için, Thales'te beraber oynadığımız tabular için ve beraber döneme beyazlar içinde veda ettiğimiz için;
Arkadaşlarımla dostlarımı aynı potada eritip "multifriendship" akımını başlattığım, beraber nice doğumgünleri kutlayıp Kadıköy'de en güzel anıları beraber paylaştığımız için;
Okulun ilk festivalinden tut, çeşitli konserlerde çılgınlarca dans ettiğim, ardarda içtiğim kokteyller için aptalca gülümsediğim, karaokelerde dostlarımla çılgınca şarkı söylediğim, arabada son ses müzik açıp "itlik" yaptığım, gecenin 4'ünde künefe yemeye gittiğim için;
Yepyeni macera dolu seyahatlerle Kocaelinde dostlara yapılan bir baskın için; Eskişehir'de öğrenci milletinin ele geçirdiği bu güzel şehre ayak basabildiğim için,
Bir projeye katılıp hayatlara dokunabildiğim ve tüm o annelerin, tüm o çocukların yüzünü gülümsettiğim için;
Nice kötü zamanlarda ıslak omuzlar, gandalf alıntılarıyla teselliler ve kalbe atılan dikişlerle karanlıkta bir mum gibi hissettirdiğin için;
Aşkın sadece alev alev yanan bir kıvılcımdan fazlası olduğunu, aslında aşk denilen hissin derin bir dostluk, bağlanma ve destekten oluştuğunu gösterdiğin için;
Teşekkür ederim.
Seneye Erasmus rüzgarı esecek, yeni ve bembeyaz bir sayfa ardına kadar açılacak. Heyecan, merak ve özlem birbirine dolandı. Geleceğe duyulan yaşanmamışlığın özlemi, ileride duyacağım derin hasretin gölgesi altında. Dün verdiğim veda gecesinde Özyeğin'in bana kattığı müthiş dostluklar masamdaydı. Arkadaş sandığım, bağımın yeterince güçlü olduğunu göremediğim sevgili yürekler... Meğersem ne kadar da yanılmışım. Birbirinden ayrı, farklı renkler bir masada gökkuşağı oluşturdular. Eğlence temalı olacağını sandığım gece, duygu merkezli oldu. Ağlayarak bana sarılanlar, "gitme!" diyenler ve sensizliğin eksikliğinden bahsedenler... Ne güzel dostluklar kurmuşum, haberim yokmuş. 2018 bana Özyeğin'den harika insanlar tanıştırdı, sevdim ve sevildim. Değer verdim, değer gördüm. Nice güzel kalplerde yer edindim.
Ve ben, şu an, 2018 tarihli ve 2.sınıf zamanlı bir günde, Mezuniyet alanında oturuyorum, pek sevdiğim ormana doğru. Ve gözlerden yiten güneş, kulağımda çalan Debussy ve yarısı bitik kahvemle. Güzel anılarda yaşıyor; güzel anıları yaşatıyorum. Bugün kendimi huzurlu hissettiğim canım Özü'mde bu satıları yazarken, seneye Hollanda esintili kelimeler hakim olacak. Ancak yeniden geleceğim, Mezuniyet Alanında oturacağım ve seneye gelişigüzel bir bakış atıp parmaklarımın geçmişe dokunmasına izin vereceğim.
"İyi ki" kaplı bir sene umuduyla...
02.06.2018
23 Nisan 2018 Pazartesi
Arada
Bazen sadece gitmek istiyorum. Nereyesi, nasılı, ne zamanı önemsiz. Gitmek. Yol. Rotasız ve sadece rüzgar eşliğinde.
Bazen de kalmak istiyorum. Alışkanlıklarım ve anılarım ile güvenli, sıcak yuvamda. Özlem duygusunun keskin dokunuşunu yaşamak istemiyorum.
Aradayım.
Boşluktayım.
Hem çok doluyum, taşıyorum.
Hem de eksiğim, paramparça.
Ve arada kalanlar belirsizlikte kaybolurmuş. Yönsüz, rotasız ve kayıp.
Gitmek ya da kalmak.
Bilinmezliğin kalbine giden bir yolculukta kendi benliğimi keşfetmek istiyorum. İçimdeki derinliği görmek, açılmamış kapıları aralamak ve içimde saklı "ben" ile tanışmak. Gitmek. Yolda olmak. Özgürlük, umursamaz bir tavır ve biraz da cesaret. Tavırlar değişir, görüşler evrilir ve hisler derinleşir. Evet, gitmem lazım.
Fakat içimde bir minik, narin ses var "kal" diyen. Carpe diem diye fısıldayan. Acelen ne, zamana ayak uydur diye paylayan. Anılarımı bir silah gibi doğrultmuş bana. Ne zaman gülümsediğim anılar bende hüzün yaratır oldu? Ne zaman sığınağım olan sevecen geçmişim, bir büyük kaygı oldu? Ve kalmak istediğimde, içimdeki "git" diyen derin arzuyu nasıl bastırabilirim ki...
Aradayım. Her seçim bir vazgeçiştir. Özlem, kalbimde derin bir yara açıyor. Bu hissi kalbimden çıkarıp atmak istiyorum; arkada bıraktığım yara bir gün iyileşecek. Gel gör ki asıl soru bu değil. İçimdeki yara geçmişe dair bir özlem mi, yoksa yaşanmamışlıklara duyulan bir acımasız duygu mu? İşte. Mesele. Bu.
Bazen de kalmak istiyorum. Alışkanlıklarım ve anılarım ile güvenli, sıcak yuvamda. Özlem duygusunun keskin dokunuşunu yaşamak istemiyorum.
Aradayım.
Boşluktayım.
Hem çok doluyum, taşıyorum.
Hem de eksiğim, paramparça.
Ve arada kalanlar belirsizlikte kaybolurmuş. Yönsüz, rotasız ve kayıp.
Gitmek ya da kalmak.
Bilinmezliğin kalbine giden bir yolculukta kendi benliğimi keşfetmek istiyorum. İçimdeki derinliği görmek, açılmamış kapıları aralamak ve içimde saklı "ben" ile tanışmak. Gitmek. Yolda olmak. Özgürlük, umursamaz bir tavır ve biraz da cesaret. Tavırlar değişir, görüşler evrilir ve hisler derinleşir. Evet, gitmem lazım.
Fakat içimde bir minik, narin ses var "kal" diyen. Carpe diem diye fısıldayan. Acelen ne, zamana ayak uydur diye paylayan. Anılarımı bir silah gibi doğrultmuş bana. Ne zaman gülümsediğim anılar bende hüzün yaratır oldu? Ne zaman sığınağım olan sevecen geçmişim, bir büyük kaygı oldu? Ve kalmak istediğimde, içimdeki "git" diyen derin arzuyu nasıl bastırabilirim ki...
Aradayım. Her seçim bir vazgeçiştir. Özlem, kalbimde derin bir yara açıyor. Bu hissi kalbimden çıkarıp atmak istiyorum; arkada bıraktığım yara bir gün iyileşecek. Gel gör ki asıl soru bu değil. İçimdeki yara geçmişe dair bir özlem mi, yoksa yaşanmamışlıklara duyulan bir acımasız duygu mu? İşte. Mesele. Bu.
30 Mart 2018 Cuma
Sen, Ben ve Kırmızı Papatya
Beşiktaşa yağmur yağıyor bugün. Halbuki güneş gözlüklerimin ardından bakıyordum, tenime değen güneşe. Hayat bu, aldanmayacaksın güneşe. Bir an neşeli yüzünü döner, bir diğer an gözleri yaşlıdır. Vapurda, kollarının arasında denizi seyrediyorum. Martılar, rutin hayatlarını sürdürüyorlar tepemizde. Özgürler mi emin değilim. Her gün, her an vapurları takip ediyorlar. İstedikleri yere uçabilecekken, vapur motoru sesinin kölesi olmuşlar. Beşiktaş sokaklarında yağmurun sesiyle hızlanan adım sesleri karışmış birbirine. İnsan, doğası gereği aceleyle sığınmaya çalışıyor sıcak bir yere. Kaçma çabasında canım yağmurdan. Islanmıyor, yürümüyor ya da çıkarmıyor tadını. Biz mi? Yağmur birikintilerine atlıyorum, küçük bir çocuk neşesiyle. Başımızda bir şemsiye kubbesi, sağanağın en yoğun olduğu yere sürüyorsun bizi. Çıkıyoruz bu can sıkıcı kubbe altından, ve saçlarımdan yağmur damlaları akıyor üstüme. Belki biraz üşüyoruz, Mart yine yapmış sürprizini. Beklentileri karşılamayan Mart, sıcak gösterip soğuk üflüyor yüzümüze. Sonunda sığınıyoruz, adı olmayan bir kahve evine. Ben sokağa yakın oturmayı severim, duymak isterim doğanın bestesini. Sıcak kahvemi yudumlarken, karşımda yeşil bir ev, evin kaldırımlarında gözlemci bir kedi, kedinin üstünde camdan etrafa bakan bir ihtiyar... Ve beni izleyen gözlerin. Bu minik, değerli ve eşsiz anı zihnine kaydeden sen. "Yokluğunda hatırlayacağım bu anları."
Yağmur sakinken, yola devam ediyoruz. Bir yaşlı teyze, renkli çiçeklerin arasında kayıp. Umutsuzca etrafına bakıyor, romantik güllerini ve dostane papatyalarını satmak için. Islanmış. Üşümüş. Yalnız. Bana kırmızı bir papatya alıyorsun, büyük olanlardan. Dünyalar benim oluyor, bu çiçek artık yalnız değil. Evlat edindim onu. Sen, ben ve kırmızı papatyamız. Bir dükkana giriyoruz, sihirli bir asa satıyorlar. Belki de hayal gücümüz onu büyülü kılıyor. Ben bir büyücüyüm; asamla çiçeğimi tanıştırıyorum. Kapıyorum gözlerimi, bir öpücük hissediyorum yanağımda. Asanla yanağımda bir öpücük yarattın; çünkü senin sihrin gerçek.
Gençliğimizin verdiği heyecanla son Kadıköy vapuruna koşturuyoruz. Nefes nefese, kahkaha kahkahaya kalmışız. Son koltuklar, cam kenarı tabii ki. Karşıma oturuyorsun. Kız kulesi, ardında batan güneş ve dalgaların sesi. Yüzüne yansımış gün batımı, dalgın bakışların turkuaz dalgalarda...Seni izliyorum. Çikolata kahvesi gözlerinde turuncu ışıltılar, rüzgarla karışmış saçların ve derin bakışların. Biliyorum, gelecekte takılmış zihnin. Henüz yaşamadığımız özlemi düşünüyorsun, daha kalplerimize düşmemiş hasreti hissediyorsun. Sana baktığımı fark ettiğindeyse zihnindeki kara bulutlar dağılıyor. Gülümsüyorsun, dudağının sağ ucu yukarı kıvrılıyor. Soğuk elim, sıcak elinde ısınıyor.
Kadıköy.. Günü batırdık az önce Haydarpaşa'da. Müziğin kulağımıza çalınıyor Haldun Taner'den geçerken. Yürüyoruz, ıslak zeminde iki çift ayak sesi kalana dek yürüyoruz. Sokak sanatçıları, kahve kokuları ve samimi ruhuyla önümüzde uzanıyor canım Kadıköy'üm. Gece bizim mekandayız. Buraya özgü klasik rock esintileri, boğazımızdan akan renkli içki ve rahatlayan bedenlerimiz. İstemsiz gülüşler, birbirimize olan güvenle çıkmasına izin verdiğimiz sözler ve anın tadını çıkaran iki ruh. Hislerimiz sözlerden saklanabilir, ama bakışlardan kaçamaz. Gözlere yansır neşeyle hüzün. Yalanı yoktur gözlerin, kalplerimizin dürüst yüzü.
Beraberken tamamlanan, biz olmadan kayıp iki parçayız belki de.
Yağmur sakinken, yola devam ediyoruz. Bir yaşlı teyze, renkli çiçeklerin arasında kayıp. Umutsuzca etrafına bakıyor, romantik güllerini ve dostane papatyalarını satmak için. Islanmış. Üşümüş. Yalnız. Bana kırmızı bir papatya alıyorsun, büyük olanlardan. Dünyalar benim oluyor, bu çiçek artık yalnız değil. Evlat edindim onu. Sen, ben ve kırmızı papatyamız. Bir dükkana giriyoruz, sihirli bir asa satıyorlar. Belki de hayal gücümüz onu büyülü kılıyor. Ben bir büyücüyüm; asamla çiçeğimi tanıştırıyorum. Kapıyorum gözlerimi, bir öpücük hissediyorum yanağımda. Asanla yanağımda bir öpücük yarattın; çünkü senin sihrin gerçek.
Gençliğimizin verdiği heyecanla son Kadıköy vapuruna koşturuyoruz. Nefes nefese, kahkaha kahkahaya kalmışız. Son koltuklar, cam kenarı tabii ki. Karşıma oturuyorsun. Kız kulesi, ardında batan güneş ve dalgaların sesi. Yüzüne yansımış gün batımı, dalgın bakışların turkuaz dalgalarda...Seni izliyorum. Çikolata kahvesi gözlerinde turuncu ışıltılar, rüzgarla karışmış saçların ve derin bakışların. Biliyorum, gelecekte takılmış zihnin. Henüz yaşamadığımız özlemi düşünüyorsun, daha kalplerimize düşmemiş hasreti hissediyorsun. Sana baktığımı fark ettiğindeyse zihnindeki kara bulutlar dağılıyor. Gülümsüyorsun, dudağının sağ ucu yukarı kıvrılıyor. Soğuk elim, sıcak elinde ısınıyor.
Kadıköy.. Günü batırdık az önce Haydarpaşa'da. Müziğin kulağımıza çalınıyor Haldun Taner'den geçerken. Yürüyoruz, ıslak zeminde iki çift ayak sesi kalana dek yürüyoruz. Sokak sanatçıları, kahve kokuları ve samimi ruhuyla önümüzde uzanıyor canım Kadıköy'üm. Gece bizim mekandayız. Buraya özgü klasik rock esintileri, boğazımızdan akan renkli içki ve rahatlayan bedenlerimiz. İstemsiz gülüşler, birbirimize olan güvenle çıkmasına izin verdiğimiz sözler ve anın tadını çıkaran iki ruh. Hislerimiz sözlerden saklanabilir, ama bakışlardan kaçamaz. Gözlere yansır neşeyle hüzün. Yalanı yoktur gözlerin, kalplerimizin dürüst yüzü.
Beraberken tamamlanan, biz olmadan kayıp iki parçayız belki de.
8 Mart 2018 Perşembe
Tek Renkli Gökkuşağı
"Uçarım ben kendimden bilinmez diyarlara." -Sena Şener
Atarım kendimi bu altlardan, üstlere düşerim tepetaklak. Yukarı düşüş başladığında, anlarım aslında düşmek kendimi anlamak için. İlk adım boşluğa atılmalı ve boşluk seni yutmalı, ta ki kendi benliğine düşene dek.
Karanlığa soyun, üstündeki kılıfı kesip at. Beden dediğin cansız bir kabuktan başka nedir ki? İçindeki renge odaklan, bırak etrafı aydınlatsın. Hiç ruhunun rengini merak ettiğin oldu mu? Derin bir okyanus lacivertidir belki; zehirli sırların yüzdüğü. Ya da yalancı ve sahte bir pembedir; çatlak bir maske misali. Baştan çıkarıcı bir bordoya ne dersin? Fazla mı iddialı? Ürkek yeşil benekler vardır belki ruhunda. Çekingen, utangaç ve yapayalnız.
Çocukken ruhumuz saydamdı. Her tür rengi içimize katar, çok daha canlı yansıtırdık. Özgürlüğü hisseder, gökyüzü mavisini alırdık. Sevgiyi tüm kalbimizle ve en masum halimizle alır, onu pembeye boyardık. Neşe vardı, katıksız bir mutluluk ve kabına sığamayan bir merak. Hepsini aldık ve gün batımı renkleriyle boyadık ruhumuza. Yeşili fıstık renginden başladık, en koyu tonuna kadar ince ince işledik; onlar farklı deneyimlerimizi simgeledi.
Ve yıllar ilerledi, ruhumuzda kırışıklıklar çıktı. Hayatımıza girenler ve çıkanlar, bize yeni hisler hediye ettiler. Bazıları yarısı kayıp kalpleriyle geldiler; halbuki tek istedikleri diğer yarımı bulmaktı. Ve öyle insanlar uğradı ki durağımıza, ayrılışları ruhumuzdaki renklerden birçoğunu söndürdü. Ve o güzelim saydam ruh, artık çok daha opak ve homojen bir halde şimdi. Kısıtlı renkler toplanmış;o tek renkten oluşan bir gökkuşağı şimdi.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)